11 Nisan 2012 Çarşamba

"Neden acaba?" üzerine

(İlk yayınlanışı: 18 Temmuz 2011)


Blogdan blog çıkarmak güzel oluyor.:) Daha önce de yapmıştım.. 
Erkan Sezgin'in sorusu bu yola itti bu kez beni.. 
"Ancak yaşadığımız her şeyin bir kenarında olmasına, dünyada birçok mazlum halkı bombalamasına, Müslümanlara ve insanlığa yaptığı bunca eziyet, zulüm ve katliama, askerlerimizin başına çuval geçirmesine, hatta gemimizi vurup askerlerimizi öldürmesine karşın asla ABD’ye düşman olmamız gerekmedi.  
Neden acaba?" diye sormuş..  
Argo deyişle "O biraz sıkar!" (Tabi, ulusal çapta. Bireysel ve/veya toplumsal-sınıfsal olarak değil!)  
İkiz Kuleler saldırıya uğradığında Bush, şöyle bir ikilem koydu ortaya:
"Ya bizden yanasınız ya teröristten yanasınız." 
E.. Bir süper güçten yana olmamak, onu karşına almak her babayiğidin harcı değil! Üstelik 60 yıldır tam anlamıyla göbekten bağlı olduğumuz, onlar hapşırırsa bizim grip olup yataklara düştüğümüz bir dünyada yaşıyoruz..  
*** 
Kaynağını tam olarak bilemediğim bir söz öbeği var: 
"Dostumun dostu dostumdur..
Dostumun düşmanı düşmanımdır..
Düşmanımın dostu düşmanımdır..
Düşmanımın düşmanı dostumdur!"
 
Aslında bu kaba bir genelleme. "Her genelleme gibi bu da tehlikelidir!" deyip devam edelim.. 
Bireysel olduğu kadar uluslararası alanda da sıkça kullanılan bir genelleme örneği.. Zamana, mekâna ve duruma göre taşların pozisyon değiştirdiği karmaşık bir yapısı var.. 
Yurdum toprakları da, ezelden beri bu uluslararası satrancın tam göbeğinde yer aldığı için; sözlü olarak dile getirilmese bile, hem bireysel, hem toplumsal, hem de uluslararası boyutlarda kullanılan mantıktır, iş bu genelleme.. 
Dost ve düşman olarak ikiye ayrılsalar sorun yok da.. Üçüncü, dördüncü hatta beşinci şahıslar da söz konusu olunca daha da çetrefilleşiyor!.. Bir de ortaya uluslararası takiyye (olduğundan farklı görünme) anlayışı girdiğinde içinden çıkılmaz bir durum oluşuyor, sorular peş peşe geliyor.  
Yukarıdaki ikilemle altındaki söz öbeğini bir arada değerlendirdiğimizde bunun sorunun yanıtı biraz daha netleşiyor, sanırım. Lâkin tümünde de -saçma da olsa- düz mantık kullanmak gerekiyor. Yani; "A", "C"ye düşmandır. "B" de "C"ye düşmandır. O halde "A" ile "B" dosttur. Tabii bu kadar basit olmuyor bu işler. 
Uluslararası dostluk-düşmanlık; son aşamada ülkelerin, kendilerini sınırlarla birbirinden ayırmalarıyla kesinleşmiş, bu sınırlar kaldırılıncaya kadar da sürecek anlaşılan..  

İletişim teknolojisi ve dokunmak üzerine

(İlk yayınlanışı: 10 Temmuz 2011)

Teknolojinin gelişmesi ile toplumsal bilinç/kültür düzeyinin eşit/uyumlu olarak yükselmesi gerekiyor. Ama bu, dünyanın hiçbir yerinde gerektiği gibi olmuyor! Eşitsizliğin açtığı uçurumun daha geniş olduğu toplumlarda geçmişe özlem, nostalji türü yakınmalar daha çok görülüyor.. Daha da önemlisi: Kişisel oluşumlardaki sağlıksız gelişmeler..

Yıllar önce okuduğum, şimdi adlarını dahi anımsayamadığım birkaç kitaptan aklımda kalanlara göre:

İnsanlararasında (hatta tüm canlılar arasında) 'elektrik' alışverişi yapılıyormuş.. Bildiğimiz elektrikten biraz farklı bir elektrikmiş bu. Ve miktarı da insandan insana değişim gösteriyormuş.. Eğer normalden fazlaysa; o insan normal yaşamında oldukça aktif, yerinde duramaz bir tip oluyormuş. Normalden azsa da tam tersi.. Ama tümünün de sorunlarının çözümü elektrik alışverişi ile olanaklı imiş. Yani elektriği fazla olanlar, elektriği az olanlara 'elektrik' verecekmiş.. Diğerleri alacakmış.. Böylece denge sağlanacak, elektrik azlığından ya da çokluğundan oluşan sorunlar kendiliğinden yok olacakmış.

İşte soru(n) burada.. Bu iş nasıl olacak?

Bilinen en sağlıklı yolu: İnsanların birbirlerine dokunması. E.. bu da durup dururken olamayacağına göre, bir bahane uydurmak gerekiyor. Bu bahane de evlilik, cinsellik, çocuk büyütme vb. oluyor.. Yani bu faaliyetlerdeki temel bahane; çoğalmak değil: Elektrik alışverişi..

Birbirleriyle anlaşamayan çiftlerin ayrılması, evlilerse bir süre sonra boşanmak durumunda kalması falan, hep bu elektriklenmenin uyumsuzluğundan.. İkisi de aşırı elektrik yüklüyse, ya da ikisi de normalden az elektrik yüklüyse uyumsuzluk ortaya çıkıyor ve sonuç malum..

Tanıdık biriyle ilk karşılaşıldığında tokalaşmak, -samimiyet ileriyse- kucaklaşmak; takım sporlarında sporcuların sayı kazandıklarında aşırı sevinç gösterilerinin, ilk çağlardan beri bir tutku haline gelmiş olan dans figürlerinin çoğu hep bu amaca hizmet edermiş: DOKUNMAK!

Lâkin, "uzağı yakın eden" iletişim teknolojisi, bir başka açıdan bakıldığında "yakını uzak et"mekte, insanların birbirinden daha da uzaklaşmasına yardımcı olmaktadır! İşte teknolojiden yakınma, bu noktada yoğunlaşıyor. İnsanlar giderek birbirinden uzaklaşınca, -birinin-"Omuzuna yaslanıp ağlamak isteği" bile son derece önemli bir kişisel sorun oluyor!

Aslında, bilim insanlarının, görüntülü telefon teknolojisini geliştirip, örneğin 3 boyutlu hale getirdikten sonra bu soruna da çözüm arayacaklarına ve bulup yaygınlaştıracaklarına eminim ama bakalım ne zaman?

"Kötü okuyucu olmak"a yorumumdur..

(İlk yayınlanışı: 3 Temmuz 2011)


Elektronik medya ile selüloz medya arasında gizil bir yarış var.. Birincisi ikincisinin devamı imiş gibi görünse de; bu yarış eski alışkanlıklar yok olana kadar sürecek sanırım. Gerçi e-medya, şimdiden açık ara ile önde görülüyor.. Yarış formalite.. 


Sevgili Kuyucak'ın bloğu bana bunları düşündürttü. Aslında o, yazısında selüloz medyanın 'kitap' olan kısmını ele almış ama bu gidişle kitap da -ünlü benzetmedir- karasabanın pulluğa karşı savaşında "Taaarih ol"ması gibi müzelik olacaktır bir gün.. Daha da gelecekte -Matrix'deki gibi- "okumak" eylemi de son bulacaktır.. Gerektiği zaman, kütüphaneler dolusu bilgiyi, anında, beynine yükleyebileceksin. Okumaya gerek kalmayacak.. Hatta kitaplar tablet gibi olacak.. Suyla birlikte yutacaksın.. Ya da eritip içeceksin..


Her neyse.. Daha çok var o günlere..


***


Yine aslında, Kuyucak orada 'okuma eylemi'nin nitel yanını vurgulamış, anladığımca.. Bense nicel yanda olta atıyorum.. Belki balık vurur deyu.. :)


Elbette, çoğu zaman olduğu gibi 'nitelik' daha önemli.. Ama 'nicelik'in önemini de görmezden gelmemek gerekir.. Çünkü.. "nicel birikim" sıçramayınca "nitel" oluşmuyor.. Her şeyde bu böyle.. Baba diyalektik "bu kuraldır" demiş.. Boynumuz kıldan ince.. :)


Buradaki nicelik, "yaygın halk çoğunluğu" tabii ki.. Kitaplar ve onlarla ilgili tartışmalar, kısaca "okuma eylemi" ne kadar büyük kitleye yayılırsa o kadar anlamlı olur! Aynı zamanda; teknolojik gelişmeyle oluşan yeni e-medya türü.. e-kitaplar ve e-gazeteler şimdilik henüz bebe sayılsa da, tahtın gelecekteki varisleri onlar.. Yukarıda anlattım..


Son iki ayda iki e-roman bitirdim.. Gerçi birer haftada okunacak romanlar, ama PC'den okununca uzuyor.. PC'de yapılacak bir dolu şey var.. Müzik dinleyebiliyorsun, film izleyebiliyorsun vb. Tablet PC’denilen ağırlıklı olarak e-kitap okumaya özel PC’lerde var. Ama ben henüz kullanmadım onlardan..


E-kitap okumanın avantajlı yanları az değil.. Gerekli olduğunda bulabilmek için önemli yerleri işaretlemek, alıntı yapabilmek daha kolay.. Çok kitabı bir arada saklayabilmek, onlara kolaylıkla ulaşabilmek araştırma yapanlar için bulunmaz nimet.. Üstelik artı bir masrafı olmadan.. Kolaylıkla.. 


Okuduğum e-romanların biri; 35 yıl önce selüloz baskısını okuduğum "Gazap Üzümleri" idi.. Tabii o bitene kadar 35 yıl öncesine defalarca gittim-geldim :) Tavsiye ederim.. Kuyucak'ın bloğunda vurguladığı gibi "eğlendirici" değildi ama büyük keyif aldım. ( Şu "eğlenmek"in yerine "keyif alma"yı koysak nasıl olur Hasanım? Eğlenmek tam oturmuyor gibi.. ;)


Kitap eleştirmeni değilim ama bu kitapları -becerebilirsem- bloglarımda anlatmak isterim bir gün..

Ne demeli: "sakat" mı, "engelli" mi?

(İlk yayınlanışı: 26 Haziran 2011)


Reel ve sanal dünyada sakat/engelli ortamlarının en beylik tartışma konularından biri de "Sakat" mı, "Engelli" mi?'dir.

Kimisi;

"Bize sakat demeyin. Biz engelliyiz" der,

Kimisi;

"Kelimelere takılmayın. Adımızı değiştirmekle bir şey değişmiyor ki" der,

Kimisi;

"Off, yine mi açıldı bu konu. Ben kendimi bildim bileli bu konu konuşuluyor. Hâlâ bir sonuca varılamadı" der.

Oysa..

"Sakat"la "Engelli" aynı şey değildir ki!

Bir insan hem sakat, hem engelli olabilir! Ve öyledir de…

Toplumla iletişim/ilişki kurana dek sadece SAKATtır! Onun bu durumu kendisinden ve ailesinden/sevdiklerinden ve tanıdıklarından başka hiç ama hiç kimseyi ilgilendirmez!

Biraz daha ayrıntıya inelim:

Diyelim gözleri görmüyor.. Sabah uyandı.. Televizyonu veya bilgisayarı açtı.. Ama hiçbir şey göremedi! Yani toplumla kuracağı iletişimi, bir duyu organının yetersizliği yüzünden kuramadı! Resmen ENGELlendi!

İşitmiyor.. Sabah uyandı.. Telefon çaldı.. Duymadı.. Yine bir duyu organının yetersizliği yüzünden ENGELlenmiş oldu!

Bir omurilik felçli diyelim.. Tekerlekli Sandalye kullanıyor.. Ama evi/iş yeri 3. katta.. Ve asansör yok! Arkadaşlarının yardımıyla iniyor, çıkıyor.. O evi/iş yerini yapanların düşüncesizliği/duyarsızlığı yüzünden topluma katılamadı; ENGELlendi!

Bunlar gibi yüzlerce, binlerce örnek var.. Bu olayların kahramanları hem SAKAT, hem ENGELLİ..

Yani, toplumla iletişim kurana, onun içinde yerini alana kadar SAKAT, daha sonra hem SAKAT, hem ENGELLİ!

"Engelli" kelimesi, batı dillerindeki karşılığı olan "handicapped"den alınma.. Sakat karşılığı olan başka kelimeler de var.. Yani kibarlık olsun falan diye kullanılıyor değil.. Bir toplumsal ve politik hareketin ürünü.. Bilinçli olarak alınmış. "Sakat" kelimesi bunu tam karşılamıyor! -"Özürlü" kelimesine hiç girmeyeyim. O tam bir garabet örneği çünkü, tam bir 'ucube'!-

Yukarıda örneklerle anlatmaya çalıştım. Benim sakatlığım/hastalığım benden, ailemden, sevdiklerimden, tanıdıklarımdan, aynı sakatlıktan/hastalıktan olanlardan başkasını ilgilendirmez! İlgilendirmemeli!

Ama sakata konulan engel; insanım diyen herkesi ilgilendirir, ilgilendirmeli!

Çünkü,

O da bu dünyaya insan olarak gelmiştir. Ve sakatlığı kendi tercihi değildir! Ve her insan gibi; başkasına yük olmadan yaşayabilmeli, toplumun içerisinde kendine yetebilen, üretebilen bir insan olmalıdır! Toplumdaki duyarsız 'beriki'lerin yarattığı engelleri, aynı toplumun 'ötekileri'yle bir araya gelerek kaldırtmalıdır!

10 Nisan 2012 Salı

Bakmak, görmek ve biz üzerine


(İlk yayınlanışı: 19 Haziran 2011)


Epeydir internette dolaştığını bildiğim, sevdiğim bir söz öbeği vardı. Geçenlerde facebook’ta yeğenimin duvarında rastladım ve sevindim.. 

- Gösterdim... gördü anlamına gelmez
- Söyledim... duydu anlamına gelmez
- Duydu... doğru anladı anlamına gelmez
- Anladı... hak verdi anlamına gelmez
- Hak verdi... inandı anlamına gelmez
- İnandı... uyguladı anlamına gelmez
- Uyguladı... sürdürecek anlamına gelmez…
 

Bunun bir de öyküsü var: 

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
- Buraların yabancısıyım… Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler...?
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
- Ben de buraya ilk defa geliyorum demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği nerden biliyorsun?
- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu.
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini...
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, senin benden iyi gördüğündür.
 

Yukarıdaki söz öbeğine dönelim: 

- Gösterdim... gördü anlamına gelmez
- Söyledim... duydu anlamına gelmez
- Duydu... doğru anladı anlamına gelmez
- Anladı... hak verdi anlamına gelmez
- Hak verdi... inandı anlamına gelmez
- İnandı... uyguladı anlamına gelmez
- Uyguladı... sürdürecek anlamına gelmez…
 

İnsana dair bu özelliklerin tümü; sağlıklı eğitimle, zaman içerisinde, bir ya da birkaç kuşakta öğretilebilinir, geliştirilebilinir. 

Buraya virgül atıp başka bir açıdan daha bakalım: 

Daha önceleri birkaç kez üzerinde durduğum "BİZ OLMAK" kavramı burada yerini bulur yine.. 

BİZ, öyle bir şeydir ki.. Onu oluşturanlar her zaman birbirlerini tamamlamaya çaba gösterirler. (Hani şu voltran gibi ;) Biri/leri yolu sorar, diğer/leri tarif eder/gösterir; ama beriki/ler doğru anladı/hak verdi/inandı/... demek değildir bu.. Biraz daha açayım.. Biri/leri sorgular, başka/ları tartışır, bir başkası kendinden bir yorum katar olaya, yani yorumlar, daha başkaları hak verir ve uygular! Bunların "kim" oldukları da önemli değildir o kadar! Aynı insanlar da olabilir, başka başka insanlar da.. Herkesten gücünün yettiği kadar!.. Ama diğerleriyle uyum içerisinde.. 

Herkesin bir başkasına göre eksik veya fazla yanı var.. Burada önemli olan; bu eksikleri ve fazlaları ortaya çıkartıp en yararlı biçimi bulmak. Bunu da yapabilmek için 'BİZ olmak' gerektir! Ve elbet.. BİZ de bir tane değildir! Başka başka BİZler olması olasıdır. Aralarında ortak yanlar bulunan BİZlerin birbirlerini ve sonunda Voltranı (!) tamamlamaları yapılacak tek işlemdir. :) Öyle, seçim zamanları, iki aylığına TVlerde türkü söylemekle olmaz bu işler.. 

Zulümle savaş


(İlk yayınlanışı: 5 Haziran 2011)


Ünlü yazar John Steinbeck, 'Gazap Üzümleri'nin başlarında "bankaya kredi borcunuz dolayısıyla tarlana el koyuyoruz, evini de yıkacağım." demeye gelen görevliyle ortakçının sohbetini anlatır. Ortakçıya (esasoğlanın babasına); "nerede o banka, vuracağım onu" gibisinden bir çıkış yaptırır. Zulümle ve zalimlerle savaşın değişik biçimleri anlatılır kitabın bütününde. 

TDK Sözlüğüne göre: 

zulüm, -lmü Ar. ©ulm
a. Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıygı, eziyet, cefa
zalim Ar. ©¥lim
sf. (za:lim) Acımasız ve haksız davranan, zulmeden'
mazlum Ar. ma©l m
sf. 1. Zulüm görmüş, kendisine zulmedilmiş 2. Haksızlığa uğramış.
'olandır. 

Arapça kökenli sözcükler. Zalim için "ezen", mazlum için "ezilen" sözcükleri önerilmiş. Tutar gibi olmuş, ama zulüm için "kıygı" tutmamış. 

*** 

Zalim ve mazlum somuttur, zulüm soyut! Başka deyişle, zalim ve mazlum elle tutulup gözle görülür, diğeri sadece hissedilir. Tabii mazlum tarafından acı acı.. 

"Yasaya aykırı .. olarak" denilir tanımda ama kimi durumlarda zulmü "kitabına uydurmak" o kadar zor değildir egemenlerce. 

Ve hemen "şiddet, kan, gözyaşı" gelir akla ama çok daha sinsi, çok daha karmaşıktır zulüm ve yöntemleri.. 

Başlangıcı 7000 yıl öncesine; toplumun sınıflara bölünmesine, insansın insana egemenliğine, 'kulun kula kulluğuna' dayanır. İnsanların 'güçlü-güçsüz' diye ayrışmaları o zamanlardan başla.. Ve o zamanlardan beri zulümle yapılması gereken savaş, 'zalimlerle' yapılageldiğinden; zalim yenilse bile 'zulüm' varlığını sürdürmüş, bir şekilde yine egemen olmuştur hayata. Bunun nedenlerinden birisi de; zulümden şikâyet ederek zalimi yenmiş ve yönetime gelmiş olan mazlumların bir süre sonra zalimleşmesi olmuştur. 

"İnsanlararası sınıf temelli savaşların tümü; aynı zamanda 'zalimler'le 'mazlumlar'ın savaşıdır" da diyebiliriz.. Bunlarda yer bellidir, zaman bellidir, silahlar bellidir, kurallar -bir PC oyunu gibi olmasa da- bellidir. Kıyasıya savaş olur aralarında. Oysa mazlumların 'zulüm'le yapmaları gereken savaşta bunların (yerin, zamanın ve kuralların) çoğu belirli değildir. Soyut düşmanla mücadele vardır.. 

Örneğin bilgi (+paylaşımı) alanında, örneğin kültür-sanat-eğitim alanlarında, örneğin -saptırılmamış anlamıyla- sivil toplum ve örgütlenmesi gelenekleri alanlarında, örneğin spor ve sağlık alanlarında sürekli bir çatışma vardır. Elle tutulmaz, gözle görülmez. Kısaca -sol jargonla- "kültür emperyalizmi ile ezilen toplum kesimleri arasında" geçer çoğu zaman bu savaş.. 

Zalimlerle yapılan savaşla karıştırmamak gerekir 'zulümle savaş'ı.. O sadece ufak bir parçası olayın. Asıl zulümle savaş; kanlı değildir! Silahları değişiktir. Önümüzdeki PC, okuduğumuz selüloz veya elektronik kitaplar, gazeteler vb. bu silahların bazılarıdır. Medya (TV ve diğer görsel iletişim araçları) artı üst paragraftaki 'alanlar'ın tümü -deyim yerindeyse- hem birer silah, hem de kaledir. Buralarda örgütlü bir güç olarak üstünlük sağlanması şarttır 'mazlumların'. Yoksa 'zulüm' kazanır hep! 

"Çivi çiviyle sökülür." denir. "Kana kan, dişe diş" vardır bir de. "Kısasa kısas" zihniyetinin yansımalarıdır. Taa Hammurabi Kanunlarına uzanır. Bilineni bu.. Belki daha eskidir.. İlkeldir.. Çağdışıdır.. Ve çağlar boyunca zulümle, zalimlerle savaş, hep bu anlayışla yapılmıştır. Bu tutumda yenilen taraf "diş bileyerek" yaşar. Fırsatını bulduğunda da aynı şeyleri yapar diğerine.. Değişen bir şey olmaz yani.. Zulümün yenilmezliğinin bir nedeni de budur. 

Hani bir Nasrettin Hocanın kedili etli bir fıkrası vardır.. Ondaki gibi, "madem zulmü beğenmezsin, onunla savaşırsın; onun yaptığını niye yaparsın, fırsatını bulunca zalimleşirsin? Madem zalimleşecektin, onun yaptığını yapacaktın; niye onu eleştirirsin, savaşırsın?

*** 

Diyeceğim o ki.. Zulümle yapılacak gerçek savaş; çok daha farklı biçimlerde yapılmalı, hiçbir şekilde tekil/1'eysel/kişisel davranılmamalı, yukarıda saydığım silah ve kaleler (medya, internet vb.) örgütlü olarak, yerinde ve sağlıklı biçimde kullanılabilinmeli. Gerisi kendiliğinden gelecektir zaten.. 

Gerçi bu şekilde söyleyince "kolaymış yaa" havasına giriliyor ama pek de öyle değil! Her şeyden önce, sıkça yinelediğim gibi; zulüme karşı savaşta; kısmen de olsa başarı kazanmış ülkelerin/toplumların, yıllar, yüzyıllar boyu süren gelişmelerden, deneyimlerinden çıkardıkları dersler, kazanımlar vardır. Bunlar, her ne kadar "Tarih" denerek yazıya dökülmüşse de okumak yetmez! Yaşanılması gerekir! 

Yani, her ülkenin kendine özgü yaşam biçimi vardır. Diğer ülkelerin geçmişiyle asla bire bir uyuşmaz. Onların -günümüzdeki- olumlu yanlarını aynen alıp uygulamaya kalkınca; bu eklektizme girer, taklitçilik olur, özenti olur, -günümüz argosuyla- çakma olur! Ve asla sürekliliği gelmez, başarıya ulaşmaz.. 

Tarihten ve başkalarının Tarihinden de yararlanarak, günümüz dünyasıyla bir sentez oluşturmak gereklidir. Bu, gidilecek YOLa ışık tutacaktır! Ve bu sentezin alabildiğine yaygınlaştırılıp, sindirilmesi şarttır! En azından yola çıkacak örgütlü 'mazlumların'; yeterince bilince çıkartmaları gereklidir bu sentezi. 

Ve daha bu birinci aşaması. Hiç de kolay görülmüyor değil mi? ;) 

Not: Bu konu daha bitmez ama anlatılması değil yaşanılması gerekir.. 

İkinci Şans

(İlk yayınlanışı: 22 Mayıs 2011)

Çok severim bu sözü:
"İyi bir ilk izlenim bırakmak için, kimsenin ikinci bir şansı yoktur."
Söyleyeni belli değil.. Anonim.. Sürekliliği olan her şey için geçerli bu!
Bloglar için de..


Bana "iyi bir ilk izlenim" bırakmayan blog yazarı sansını kaybetmiş demektir. Genellikle başka yazılarını okumam! Niye okuyayım? Zamanım o kadar bol değil ki..


Hadi blogun başlığını, kategorisini, resmini falan bir kenara bıraktım (bunlar da önemli aslında) yazıyı okumak için tıkladım. Yazı hayli uzunsa, paragraflar bir birine geçmiş ve uzun uzun cümlelerle anlaşılması zor hale getirilmişse, dil kurallarına uyulmaya gerekli özen gösterilmemişse o blogun tamamını okumaya asla gayret göstermem.. Hemen oradan çıkar, bir daha da o arkadaşın yazılarına dönüp bakmam..


***


"Blog" kavramı henüz yeni sayılır, kuralları oturmuş değil!


Ancak, yazı dünyasında genel kurallar var. Bir de PC ve internetin kendisine özel kurallarını da bir araya getirirsek ve çağdaş dünyanın "fast-food" yapısını da bunlara katarsak yapmamız gerekenlerin az da olsa şekillendiğini görürüz.


Açıkçası PC karşısında oturan günümüz insanının aynı anda yapabileceği çok şey var! Müzik dinlemek, film/resim izlemek, chat yapmak ya da e-kitap okumak, oyun oynamak bunların bir kaçı. Hiç ama hiç kimsenin uzuuuuun uzun, jan janlı sözcüklerle, anlaşılmaz cümlelerle bu "günümüz insanı" arkadaşın zaten kıt olan zamanından çalmaya hakkı yoktur, diye düşünüyorum!



***


Kendi bloglarımın biçemini nasıl ayarladığımı anlatamaya çalışayım. Ancak yazacaklarım, -benim için bile- kesinleşmiş bir kural ya da dayatma değildir.. O an gözüme nasıl güzel göründüyse o! Yani.. 'Ânı yaşa'maya gayret ederim hep.
  • WinWord programında yazarım.
  • Sayfanın sol altında sayfa numarası ve sözcük sayısını veriyor. (İtiraf edeyim: 'Sözcük sayısı' yeni dikkatimi çekti. Önceden hep a4 büyüklüğündeki sayfa üzerine yoğunlaşmıştım.)
  • "Normal" stilim şöyledir: Yazı tipi: (Varsayılan) Verdana, Sola, Satır aralığı: tek, Aralık Sonra: 12 nk, Tek kalan satırları önle, Stil: Hızlı Stil
  • Bu stil ile bir a4 sayfasına aşağı-yukarı 300 sözcük sığmaktadır. O da yeter bana.
  • Çok kişinin bildiği gibi, Word programının bir artısı da -eğer ayarlarında bir oynama yapılmadıysa- yazım yanlışlarını büyük ölçüde buluyor ve haber veriyor. Düzeltmek size kalmış artık..