14 Nisan 2010 Çarşamba

YAŞAM ve BİLİNÇ ÜZERİNE

İnsanın diğer canlılardan farkı olmalı, demişler..


Hani okumak gibi, yazmak gibi, düşünmek gibi, ekonomik faaliyetlerde bulunmak gibi, haksızlığa karşı mücadele etmek gibi, 'sürü'nün mantığıyla hareket etmemek gibi vb. vb...


Sonra kurallar uydurmuşlar kendi kendilerine. Aşna fişneden vakit ayırıp yukarıdaki işleri "insan" gibi yapalım diye.


"Evlilik tek eşli" olsun demişler..


Okumayı, yazmayı, doğru düşünüp davranmayı öğretelim diye "eğitim-öğretim/okul, vb." kurumlar icat etmişler..


Bu kurumlar; sadece bunları öğretmekle kalmamış, yaşamı kolaylaştırmak için "teknoloji" denilen bilim dalının da gelişmesine neden olmuşlar..


Bu bilim dalı geliştikçe insanların boş zamanları artmış.. Yaşamlarını renklendirmek ihtiyacını hissetmişler.. Sanat, spor vb.. sektörleri uydurup geliştirmişler.. İşte, ancak ondan sonra yaşam, YAŞAM olmuş!


***


Paul Ehrlich'in sevdiğim bir sözü var: "Şans, hazırlıklı kafalara güler." Zamane dilinde "donanımlı" diyorlar bu "hazırlıklı kafalara".


'Şans' için de, 'başarmak' için de koşul: Donanımlı/bilinçli olmaktır!


Yani yaşam yarışında kazanmak için donanımın yeterli olması gereklidir.. İşte bu "donanım"ın ilk adımı yukarıda sözünü ettiğim "eğitim-öğretim/okul, vb." kurumlarında atılır.


Sözün özü: YAŞAM'ın renkli ve kaliteli olması; YAŞAM'ı oluşturan ögelerin insanlarca özümsenmesiyle (=donanımla/bilinçle) doğru orantılıdır!

23 Mart 2010 Salı

Sorun Nerede?


"Eğitim şart!" denir. Sorun sadece eğitimde değil! Ekonomi, kültür ve teknoloji sacayağını oluşturan etmenlerin eşitsiz büyümesinde.


Toplumun hepsini üniversite mezunu yapalım, onları doyuracak ekmeğin parasını kazanmasını sağlayacak "iş" kapısı açamazsak sonuç yine aynıdır! Son sistem bilgisayarla donatalım, onu ne amaçla ve nasıl kullanmayı öğretmezsek sonuç yine aynıdır!


Hiçbirisinin de önceliği yoktur! Eşit olarak gelişmek zorundadırlar. "Yamuk" bir gelişim olursa; sorun ne bizde, ne onlarda, ne başka bir yerdedir. Ekonomik gücünün zayıflığı yüzünden yeterli eğitimi alamayan, alsa bile, aldığı eğitimin gereğini; yine ekonomik gücünün zayıflığı yüzünden yerine getiremeyen engelli-engelsiz tüm insanlar, çoğunluğu oluşturuyorsa o toplumda bir şeyler yanlış gidiyor, demektir.


Sadece teknolojik, sadece ekonomik ya da sadece kültürel gelişmenin yaşanması bir şey ifade etmez. Hatta çözümsüz çelişkilerin çoğalmasına neden olur. Önemli olan bu üçünün bir arada gelişimidir. Birbirini tetiklemesidir. Ekonomi; alt yapıdır, temeldir. Eğitimse bir üst yapı kurumudur. Evin duvarlarıdır. Temeli çürük bir binanın, duvarlarını boya, kiremitlerini değiştir.. En ufak bir depremde yıkılacaktır!


Ancak; öyle bir durum ki, her şeye "sıfır"dan başlama olanağımız yok! Elimizde var olanları amacımıza en uygun şekilde değiştirerek kullanmak zorundayız. O halde; bu üç unsurun eşzamanlı büyümesi ya da gelişmesi gerekir.


Teknolojinin ve tıbbın çok hızlı gelişmesi ama bireylerin ve toplumların düşünce yapılarındaki gelişimin bu hıza ayak uyduramaması, yaşadığımız zaman diliminde aşılması çok çok zor çelişkilerin varlığını da beraberinde getirmiştir. Yani düşünce yapısı/anlayış/zihniyet ne derseniz deyin, özellikle toplumsal boyutta değişmesi/gelişmesi her zaman çok yavaş olur. Şu son çeyrek yüzyılda akıl almaz hızla gelişen teknoloji arasındaki eşitsizlik günümüzün en büyük sorunlarının kaynağı durumundadır..


Bütün bu anormal toplumsal olayların nedeni (hatta gündemdeki siyasal krizlerin falan da nedeni) teknoloji ile toplumsal bilincin/kültürün eşitsiz gelişimidir. Toplumların anlayışı (zihniyeti) çok çok yavaş gelişir! Ama bilim ve teknoloji çok hızlı geliştiğinden arada korkunç bir uçurum oluşur. Bu uçurum da, olması gerekenin değil, olmaması gerekenin egemen olduğu toplum düzenine neden olur!


F1 arabalarını şose yollarda yarıştıramıyoruz değil mi? Onlar için apayrı bir pist yaptırmak zorunda kaldık.. İşte bu altyapı oldu.. İnsanlarda da ekonomi, kültür ve teknoloji sacayağı eşitsiz yükselince, -burada- kültür altyapısının 'pist'i şose olup, teknoloji (F1) devinin arabalarını orada yarıştırmaya kalkınca böyle abuk sonuçlar doğuyor.


16 Mart 2010 Salı

Gösteri Dünyası


80'lerden sonra bütün dünya bir GÖSTERİ DÜNYASI oldu ve onun kuralları biçimlenmeye, yazılmaya başlandı.. Bu dünyada gemiler para ile yüzüyor.. "Paranın" da adresi: Rek-lam-laaaaar.. Reklamın iletileceği kişi sayısı önemli tabii.. Buna da kısaca "reyting" deniliyor.. Yani "ne kadar ekmek, o kadar köfte". Reytingin fazla olması için gösterinin o kadar "sıradan" ve aynı zamanda "sıra dışı" olması gerekiyor. Yani herkesin yapabileceği ama çok az kişinin üstün başarı göstererek altından kalkabileceği alanlar olması gerekiyor.. Örneğin futbol, basketbol vb.. Başlı başına bir sektör bunlar.. Dünyanın parasını kırıyorlar her maçta.. Bu, özetin özeti.. Çok daha geniş ve karmaşık bir yapısı var. İlgili okullarda ders, hatta özel bir bölüm bile olabilir.


"İlk çağlardan beri olimpiyat oyunlarının sloganı haline gelen “Citius, Altius, Fortius” aslında atletizmin felsefesini oluşturur. “Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü”. Atletizm daha hızlı koşmak, daha yükseğe atlamak, daha ileriye fırlatmak demektir." İşte GÖSTERİ dünyasının tanrıları bu sloganı almışlar, daha güzel, daha yakışıklı, daha heyecanlı vb. kavramları da eklemişler, reytinglerini dolayısı ile kazançlarını maksimize etmek için tepemizde boza pişiriyorlar.


GÖSTERİ dünyasının tanrıları, Köleci toplumun Spartaküslerini, Maximuslarını öylesine allayıp pulluyorlar ki "ulan bu çağda böyle yaşayacağıma o çağda 'köle' olsaydım keşke" dedirtiyorlar adama.. "Resmî Tarih" dedikleri şey de öyle.. Başından sonuna kadar bozulmadan ezberlenilen ve o tarihi öğretenlerin "işlerine geleni işlerine geldiği gibi aktardıkları" bilgiler bütünü!


Oysa yapılması gereken; sunulan yanılsamaya kanmak, eskilere özenti değil; 'bizden önce geçenler'i öğrenerek, bilerek, süzmek ve ders çıkarmak olmalıdır! Akla gelebilecek her şeyi sorgulamak/tartışmak/yargılamak ve başarı için mücadele vermek olmalıdır!


Ancak, çağdaş (ve hızlı) dünyanın engellilere sunduğu nimetleri yok saymak da nankörlük olur.. Her şeyden önce, bilgisayar ve internet dünyasının süper gelişimi akıllara durgunluk veriyor.. Tıp ve ilgili sektörlerdeki gelişmeler de az sayılmaz.. ABD ve AB halklarının/engellilerinin verdikleri mücadelelerle kazandıkları haklar, kopyala-yapıştır yöntemiyle ve dayatmalarla (AB müktesebatı bir 'dayatma'dır! 'Dayatma' her zaman kötü değil yani) olsa bizlere de az buçuk uygulanmaya başlandı.. (Aslında adı konulmayan ve sakat bir çelişki var ortada.. Tarih boyunca hep bu tür yöntemleri kullanmaya alıştığımızdan, hep "başkası pişirsin biz de onu kullanalım" dediğimizden, "Amerika keşfedilmiş nasıl olsa, bi daha keşfetmeye gerek yok" düşüncesini –onu da yanlış yorumlayarak- tembelliğimize kılıf olarak kullandığımızdan günlük uygulamalarda yakınmalar çokça ortaya çıkıyor.)


Yukarıda "süper gelişim"den söz ederken, engellilere sunduğu nimetleri göz önüne getirmiştim.. Evden çıkmaya bile gerek duymaksızın alış-veriş yapabilmek, banka işlemlerini yapabilmek, dinlemeye doyulamayan müziği dinlemek, başka türlü asla izlenemeyecek filmleri izlemek, piyasada bulunmayan e-kitapları okumak vb. vb. Ama yine de; bütün bunları en iyi şekilde değerlendirebilmek için, yeterli bir –beyinsel- donanım gerekli! İllâ ki donanım!


2 Mart 2010 Salı

Beriki(ler) - Öteki(ler) -III-


"Olayların Tarihsel yanı" deyince iç ve dış dinamikler akla gelir. Öyle ya "dinamik" olmazsa "olay" da olmaz!


İç dinamiği birbiriyle bağlı iki başlıkta incelemek mümkündür: Tarihsel ve anlık iç dinamik.. Sivil toplum hareketlerini (işçi, öğrenci, kadın, engelli vb. hareketleri) o toplum/ların tarihinden, geleneklerinden ve birbirlerinden bağımsız tutmak, ayrı ayrı işlemek yanlışa neden olur! Olayları açıklamakta zorlanırız bunu yapınca..


Bakıyoruz Avrupa'ya (ve Amerika'ya); taa Reform, Rönesans döneminden tutun, Aydınlanma Hareketi ve Sosyal Devrimleri ile birçok çalkantı yaşamış, tüm bu alt-üstlüklerden "olumlu" sonuçlar alarak sıyrılmış, geçirdiği iki büyük savaşın yaralarını kısa zamanda sarmayı başarmış, dünyanın "lider ülkeleri" konumunda yerlerini hep korumuşlar. ("Emperyalizm" konusunu 'es' geçiyorum burada!)


Kısaca, bu toplumların; entelektüel ve örgütlü hareket etme birikim ve gelenekleri var! Yani, Avrupa'nın yüzyıllar boyunca zaman zaman alabildiğince kanlı "sivil toplum 'iç dinamikleri' oldu". Deneyim kazandılar.. Gelenek yarattılar.. Sağlam insanlardaki bu birikim ve gelenek, özellikle II. Dünya Savaşından sonra (ABD'de de 'Vietnam Savaşı' sonrası) "Engelli Hareketi" olarak sivil toplum hareketi sahnesinde boy gösteriyor. Bu savaşlarda gazi olan nitelikli insanlardır bu hareketi organize edenler.


Ve toplumsal hareketler dünyanın bir yerinde başarıya ulaşırsa birbirlerini tetikleyerek zinciri tamamlamaya uğraşırlar.


Ülkemizde ise sivil toplumun; ne entelektüel, ne de örgütlü hareket etme birikimi ve geleneği var.. Yüz yıllar boyu "sürü" zihniyetiyle, "ya devlet başa ya kuzgun leşe" şiarıyla asla "modern vatandaş" olamayacak gündemle yaşamışız..


Avrupa'nın asırlarca yaşadığı o toplumsal alt üstlüklerden sadece birini, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşını yaşadık!! Ve ilk işçi sendikaları konfederasyonumuz ancak o yıllardan 30 yıl sonrasında kuruldu. Yani örgütlü sivil toplum hareketimiz bile daha çocuk..


Amerika'da durum daha da başka.. Hem Avrupa'nın hem de kendilerinin deneyimlerinden büyük dersler çıkartıyorlar.. Oranın ne sosyo-ekonomik yapısı, ne siyasi yapısı ne de tarihi bize benzer.. O nedenle oraları örnek almak, "onlar yapmış bizim başımız kel mi, biz niye yapamıyoruz" demek çok anlamsızdır.


***


Anlık iç dinamikse, o gün, o anda birilerinin "hadi" demesiyle yapılan kısa süreli toplumsal hareketlerdir. Elbet bunların değeri çok büyüktür.. Ama sağlam bir organizeyi, dik ve diri duruşu gerektirir.


28 Şubat 2010 Pazar

Beriki(ler) - Öteki(ler) -II-


Önceki yazımı; "Evrensel boyutta ele aldığımızda herkes ÖTEKİ!" diye sonlandırmıştım. Oradan sürdürelim..


"Topluluğa dışarıdan katılan bireyin, eski üyelerin 'boğazlarına ortak' olma olasılığına karşı bazen gizliden gizliye, bazen de açıkça 'düşman' olunur." demiştim yine "Kuşları Boyamak"ta.. Yani, bütün bu ayrımcılığın/ötekileştirmenin/damgalamanın en temelinde ve/veya ortasında EKONOMİ yatmaktadır..


Zenciler, Afrika'dan yola çıktıklarında Kunta-Kinte'ydiler.. Tarlada karın tokluğuna çalışsınlar diye Amerika'ya götürüldüler Avrupalı efendilerince.. Kadınlar, çocuklar hâlâ yok pahasına çalıştırılmakta dünyanın dört bir tarafında.. Din oluşumlarının gelişiminde de ekonomi vardır.. Firavunun zor kullanarak çalıştırdığı İbraniler isyan etmiş; Yahudiliği geliştirmişler, Romalıların köle yaptığı insanlara zulmü Hıristiyanlığın gelişmesine neden olmuş, Yahudi bezirgânların Mekke halkına yaptığı baskı, İslamiyet'in yeşerip büyümesine yardımcı olmuştur! Onlar içerisindeki ayrışmaların temeline bakarsak bir yerlerde "ekonomi"yi buluruz! Yani kültürden, kimlikten vb. önce mutlaka EKONOMİ!


Elbet bunların yoğunluğu farklı farklı!


Zenci köleler, üretici olarak, ekonomiyle daha iç içeyken; beyaz kadınlar, çocuklar, engelliler vb. o kadar değil! Böyle olunca bir araya gelip ortak kültür oluşturmaları, bunu reel hayatta yaşatmaları daha rahat oldu.. Üretici güçlerin en önemlilerinden bir de: Coğrafya'dır.. Bu da yakın yerlerdeki 'öteki' topluluğunun ortak paydada birleşebilmesine olanak verir.. Aynı fabrikadaki, aynı mahalledeki, aynı okuldaki ötekiler..


***


Baba diyalektik, "olayları zaman ve mekân boyutlarında, neden ve sonuç ilişkileri içerisinde yorumlayın!" der.. Boynumuz kıldan ince.. Olayların zaman ve mekân boyutlarını yani Tarihsel ve Coğrafik yanını ele almadıkça bu tartışma eksik kalır ve asla bitmez!


15 Şubat 2010 Pazartesi

Beriki(ler) - Öteki(ler) -I-


TDK, "öteki"nin sıfat olarak karşılıklarından birine: "Mevcut kültürün içinde dışlanmış olan" demiş.. "Beriki"ye de biz karşılık bulalım: "Mevcut kültürün içinde dışlanmış olamayan" ya da "mevcut kültürü oluşturan" diyebiliriz.


Ama elbette ki bu kadarla bitmiyor.. Dışlayan kim(ler), dışlanan kim(ler) oluyor? Neden, nasıl oluyor bu ötekileştirmek; olmaması için neler yapmak gerek gibi birçok soru da yanıt bekliyor..


Yere ve zamana göre de değişiyor bu işlemler. 'Kuşları Boyamak'ta (http://bablogum.blogspot.com/2010/01/kuslari-boyamak.html ) sözünü ettiğim; "'Büyük balık küçük balığı yutar.' Bu sözün doğruluğu kültürel gelişmişlikle ters orantılıdır. Yani, insanlar kendilerini, kültürel olarak ne denli geliştirmişlerse, ilkel duygu ve düşüncelerinden ne denli arınmışlarsa bu söz geçerliliğini o kadar yitirir. Ve insanlık, kendinden güçsüz olanı ezip yok etmek yerine; kendinde olanı 'paylaşma'yı öğrendiğinde onurunu kazanır." bölümündeki "kültürel gelişmişlik"e göre de değişir.. O yüzden hayli geniş bir konudur!


***


Önce "mevcut kültür"ü bir sorgulamaya çalışalım..


Dünyanın her yerinde, 7000 yıl önce başlayan; ataerkil (ya da erkek egemen) sistem/kültür yaşanmakta.. Her ne kadar; ırklar, dinler, uluslar, ekonomik sistemler tüm insanlığı parça pinçik ve birbirine düşman etmişse de, her yerde 'ortak mevcut kültür' denilince, tartışmasız, erkek egemen sistemin yarattığı 'kültür' anlaşılır.


Somut ötekiler - Soyut ötekiler.


İş bu mevcut kültür/lerin berikileri; sağlıklı, güçlü, genç ve orta yaşlı erkekler oluyor ilkin.. Kendilerine benzemeyenleri dışlarlar.. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve farklı ırktan olanlar gözle görülür/somutötekileri oluştururlar. Çünkü karşıdan görerek onun NE olduğunu anlayabiliriz.. (Irksal ayrımda bu pek kolay olmasa da zenci, Uzakdoğulu, Kızılderili vb. ayrımı kolaylıkla yapılır, sanırım.)


Soyut ayrımda ise; bireyin kendi istemi dışında NE olduğunu anlamak olanak dışıdır! Yani söylemezse, yazmazsa, hangi gruptan olduğunu belirtecek bir üniforma, giysi vb. takmazsa, taşımazsa kim, nasıl anlayacak?


Bu gruba; ideolojik, dinsel, ulusal, meslekî ve cinsel tercih ayrımı yapılan grupçukları katabiliriz..


Bireyin ideolojisini, dinini, milletini, (işyerinden uzakta ve sivil halde iken) mesleğini ve cinsel tercihini belirtmezse, anlamak hayli zordur! Bazı önyargılarla ve tahmin yoluyla bir takım çıkarımlar yapılabilinir belki..


Ve şunu da ekleyeyim: Evrensel boyutta ele aldığımızda herkes ÖTEKİ! Çünkü; din, ideoloji, millet vd. sayısı ibadullah! Sosyalist liberale, liberal sosyaliste; Hıristiyan Müslüman'a, Müslüman Hıristiyan'a; Türk Yunan'a, Yunan Türk'e; GÖRE öteki! Tam bir "görecelik" var..


9 Şubat 2010 Salı

Amerika'yı yeniden keşfetmek


Gelişmiş ülkeler; bulundukları aşamaya gelene kadar nice aşamalardan geçmişler, nice badireler atlatmışlar, nice savaşlar vermişler.. Bugünkü durumlarını içlerine sindirerek, hak etmişler.. (Yanlış anlaşılmasın, onlar da, yapılmaması gereken rezilce şeyler de yapmışlar. Ama onları başka bir yazıda tartışalım, dilerseniz)


Biz ne yapmışız? Matbaayı bile 200 yıl sonra ancak getirmişiz ülkemize. Kolayımıza gittiği için copy/paste sistemini hemen kabul etmişiz. "Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok" sözüne kurtarıcı gibi -onu da tamamen yanlış anlayarak- sarılmışız. "Nasıl olsa başkaları keşfetmişler, biz de alır kullanırız" kolaycılığına kaçmışız.


Bir aleti, kullanmak için gerekli ve yeterli eğitimi almamış, ehliyeti olmayan kişilerin eline verirsel, ondan almak istediğimiz verimi aslâ ve aslâ alamayız.. Türkiye'de yapılanlar bu aşamada.. "İşler kaplumbağa hızıyla yürüyor" denir.. En üst kademeden, en altına kadar görevli kişiler, ellerindeki son teknolojiyi "iş üretmek" yerine "fal bakmak" için kullanırlarsa kaplumbağanın hiç suçu yoktur! Çünkü o bile -kendine göre- hep ileri gitmektedir.


***


Ekşi Sözlükteki bir yorumu çok sevdim: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=7383804 Amerika'yı yeniden keşfetmek: Yeniden keşfedilmesine gerek olmayan kıta Asya, Avrupa hatta Antarktika olsa bir yere kadar mantıklı olacak, ama sözü edilen kıta önce Kolomb sonra da Americos Vespuci denen amca tarafından keşfedildiği için ironik bir deyim. Demek ki neymiş Amerika'yı yeniden keşfetmek elzemmiş. "ilk keşfettiğin haliyle bırakırsan iki tane Hindistan'ın olur. Bir tane bile Amerika'n olmaz."


Genelde anlaşılandan çok farklı!

1 Şubat 2010 Pazartesi

Niye hayat daha güzel değil?!


Hepimizin bildiği gibi; insanoğlunun 5 ana duygusu var.. Bunlara bağlı olarak, yürümek, kaldırmak, yüzmek, düşünmek, konuşmak vb. gibi bazı eylemleri gerçekleştireceğimiz organlarımız da gelişmiş durumda.. Bunların sağlıklı insanlarda, normal olduğu kabul ediliyor. Sakatlarda da bu organlardan birinin ya da bir kaçının olmamasından/gerektiği gibi çalışmamasından doğan problemler var.


İşte sakatlar; genellikle kendi çabalarıyla, çalıştıramadıkları duyularının/organlarının yerine başka duyularını/organlarını güçlendiriyorlar.


Örneğin; işitme duyusu yoksa ya da azsa; yazısı normalden güçlü olabiliyor. Yürüyemiyorsa; kolları güçlü olabiliyor, halter kaldırabiliyor, çok iyi yüzebiliyor, okuyabiliyor, beyinsel olarak daha güçlü olabiliyor.. Göremiyorsa; kulakları, dokunma hissi ve hatta 6. his denilen normal insanlarda olmayan 'önceden hissetme' duyuları gelişmiş olabiliyor, yine geliştirdikleri beyin gücü sayesinde iyi derecede 'satranç' oynayabiliyor. Vb.


'Başarı' buradan sonra doğuyor! Sakatlar; geliştirdikleri yanlarını akıllıca kullanabildiklerinde, toplumun sağlıklı üyelerinin kolay kolay altından kalkamayacakları işleri bile rahatlıkla yapabiliyorlar! Berikilerin de iyi niyetli olanları, yapamadıkları şeylerin bu sakatlar tarafından yapıldığını görünce, alkışlıyorlar!


Bu noktada 'iyi niyet-kötü niyet' (sağlamların) duyguları öne çıkıyor. Bu da 'toplumsal bilinç'le, eğitimlilikle, ekonomik anlamda kalkınmışlıkla yakından ilgili.. Yani, fiziksel engellerin kaldırılması yetmez! Kafalardaki engellerin de kaldırılması, bunun da 'eşzamanlı' olması gerekir.. İstersek uzay merkezi gibi döşenmiş kentlerde yaşayalım; toplumun yaygın bilinç düzeyi yerlerde sürünüyor ise: "Niye hayat daha güzel değil?!" diye sormaya devam ederiz..

30 Ocak 2010 Cumartesi

"Her Şey Satılık"


80'li yılların başında Deniz Türkali'nin tek kişilik enfes bir müzikalini izlemiştim: HER ŞEY SATILIK. O oyundan aklımda kalan bir bölümü paylaşmak isterim: Yetenekli fakat hırslı, ünlü ve zengin olmak isteyen bir piyanist, şeytanla pazarlığa girişir. Şeytan; notalar karşılığında piyaniste ev, araba, şöhret vb. sağlamayı vaat eder. Tabii bunları zamana yayacaktır. Önce "do" notası karşılığı ev, sonra "re" notası karşılığı araba, falan. Piyanist kabul eder.. Bir süre sonra zengin ve ünlü olmuştur ama elinde bir tek notası kalmıştır. O da hiçbir işe yaramamaktadır tek başına..


Günümüzde şeytana satılan "notalar" karşılığında şan, şöhret sahibi olmuş aydınımsılardan çokça var. Bunlara "omurgasızlar" da denmekte. Eskiler "eyyam ağası" derlermiş böylelerine. "Her durum ve zamanda fırsat kollayarak büyüklere yaranan kimse" anlamında.


Tüm bunlar; yaşadığımız toplumun, olmaması gereken ama maalesef olan sakatlıklarıdır, çürümüşlükleridir. Ve düzelmeden de "toplumsal nirvanaya ulaştık" diyemeyiz..


Elbette ki, yapılacak olan; Samuel Beckett'in ünlü "Godot'u Beklerken"indeki gibi "bizi kurtaracak" bir şeyleri beklemek olmamalıdır. Tam tersine; her şeyden önce kendimizi yetiştirmeli, ailemizin ve çevremizin sağlam bir duruşla, alabildiğine mert, alabildiğine dürüst ve alabildiğine kararlı olarak, yaşam kavgasında yer almasını sağlamalıyız.

26 Ocak 2010 Salı

'Biz Olmak' Bilinci Üzerine


Ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Üç Silahşorlar"ında zaman zaman geçen bir söz vardır:


"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"


70'li yıllarda slogan haline dönüşmüştü bu söz:


"Kurtuluş Yok Tek Başına; Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz!"


***


Konusu ekonomi ve ulusal gelirin paylaşılmasının söz konusu edildiği yazılarda "pasta" örneği verilir. Daha kolay anlaşılsın diye.. Biz de bu geleneği bozmayalım..


Toplumların, ulusun, grupların vb. belirli bir zaman diliminde elde ettiği ve yaşamını devam ettirebilmesi + bir sonraki zaman dilimi için, tüketmek zorunda olduğu gelir türünü tanımlıyoruz bu "pasta" ile..


Tabii, birden çok kişi olduğunda, sözü edilen "pasta"nın paylaşımı gündeme gelir ki, deyim yerindeyse, dananın kuyruğu da burada kopar!!! Kişiler ya da gruplar "pasta"nın nasıl büyütüleceği üzerine kafa yor(a)madıkları zaman; "pasta"dan kendi paylarına düşen dilimi nasıl büyütmeleri gerektiğini düşünürler ki, bu "ben olmak" bilincidir..


Oysa, bu kişiler ya da gruplar, "hep bana rab bana" anlayışıyla, "gemisini yürüten kaptan" uyanıklığıyla kendi dilimlerini büyütürlerken, bir de bakarlar ki; "pasta" küçülmüş, dolayısıyla kendi payları da küçülmüştür!! Küresel dünya böyle bir şey işte..


***


Elbette sadece kafa yormak yetmez, pastayı büyütmek için!!! Yürek ve bilek yormak da gerekir.. Bütün bunlar da; donanımlı ve sürekli kendini geliştiren bir "beyin"le mümkündür. Bu da yetmez. O beynin ürünlerini yani düşüncelerini yayabileceği, tartışabileceği, hayata geçirebileceği ortam, yani örgütlü toplum gereklidir! Engellisi de, sağlamı da, çalışanı da, öğrencisi de örgütlenebilmelidir..


"...

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yârin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için

..."*


Bu da "BİZ OLMAK" bilincidir!


"Pasta"yı yapan, çoğaltan, dağıtan kısaca üretendir "BİZ"! Bir de: Fırının sahip/leri, pasta malzemelerinin sahip/leri, tavanın, pasta tenceresinin sahip/leri vardır ki, kısaca "ONLAR" diyoruz bu kişilere...


İşte "hayat" denilen devasa meydan savaşı, bu "biz"le "onlar" arasında geçer binlerce yıldır..



*Nazım Hikmet, "Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı"

24 Ocak 2010 Pazar

Çevre


"İnsan, çevre yaratığı ve yaratıcıdır." deriz.


Buradaki "çevre" kulağımızın alıştığı gibi; dağlar, kırlar, ormanlar, kuşlar, kelebekler, börtü böcük falan değildir. Adıyla, sanıyla, gelmişiyle, geçmişiyle, yaşayanıyla, ölüsüyle toplum/lardır.


Hani, ilkokulda öğretilir ya.. "Aile, toplumun en küçük birimidir.." diye.. Hah.. İşte belli yaşa kadar aileler insanın beynini biçimlendirir, diğer bir ifadeyle formatlar. Daha sonra okul yapar bu işi.. Sonra -erkeklerde- askerlik, iş, -Türkiye'de yeterince olmayan ancak olması şart olan- Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) falan ve buralardaki arkadaşlar, ağabeyler, ablalar, kardeşler yani "yaşayan reel çevre" bu görevi devralır..


Bir de yıllar, yüzyıllar hatta bin yıllar öncesinde yaşamış; düşüncelerinden, görüşlerinden, buluşlarından, eserlerinden yararlandığımız "ata"lar var.. Bunlara da "bizden önce geçenler" derim ben kısaca..


Son olarak da; günümüz teknolojisiyle oluşan, bilgisayar + internet olgusunun yarattığı forumlar, haber grupları, chat vb. ortamlarda hayat bulan "sanal çevre" var ki özellikle zamane toplumu için epeyce önemli..


Yani insanı insan yapan çevresidir, içinde yaşadığı toplumdur.. E.. bunun karşılığında da

"çizdiğim sınırlardan çıkma!" diyor.. Çok şey mi istiyor yani?


Bunun cevabı görecelidir. Yani kişiye, zamana, yere göre değişir. Bu 'sınırlar' din, töre, gelenek-görenek, hukuk vb. kurallarıyla çizilmiştir. Sıkıysa çık bakalım sınırlardan!


Ancak, her şeye karşın, o toplum (ya da çevre) insana (kişiye, bireye ne dersen de) bir şans (aynı zamanda görev de) verir. Der ki: "Madem ben seni yetiştirdim, seni formatlayıp işleme hazır hale getirdim, o zaman sen de üzerine düşeni yap, benim bir üyem olarak sevmediğin, yanlış bulduğun kurallarımı/sınırlarımı değiştirmek/genişletmek için elinden geleni yap! Sen de çevre/ler oluştur, kendinde olan bilgiyi, düşünceleri başkalarına aktar, onlarla paylaş ve benim koyduğum sınırları geliştirmek için mücadele et! "Yok öyle üç kuruşa beş köfte!"

22 Ocak 2010 Cuma

Ayrımcılık Üzerine


Türk Dil Kurumu ayrımcılık sözcüğüne net bir tanım vermemiş, konuyu geçiştirmiş.. Ancak, pozitif ayrımcılık kavramına olabildiğince açık bir tanım getirmiş: "Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplara çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme."


Biz de buradan tersine doğru yola çıkarsak, ayrımcılığın tanımına varabiliriz, diye düşünüyorum. Ama her şeyden önce şunu belirtelim: "Pozitifi varsa negatifi de vardır" diye akla gelebilir. Hayır, negatif ayrımcılık diye bir şey yoktur! Ayrımcılığın kendisi negatiftir çünkü.


Yukarıdaki tanımı önce dörde ayırıp sonra ikişer ikişer birleştirirsek sanırım amacımıza ulaşabiliriz:


Toplumdaki diğer kişiler: Karşılaştırma yapılan konuda toplumun çoğunluğunu ya da ortalamasını oluşturan bireyler.. Engelli-engelsiz ayrımında engelsizler.


eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplar: Yukarıdaki ayrımda engelliler.


çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak: İşe alımlardaki %3 kontenjanından tutun, malulen ya da erken emekliliğe kadar, toplu ulaşımda engelliye yapılan özel indirimden tutun, engellilerle ilgili tüm yasa, tüzük ve yönetmeliklerin her maddesi bu ayrıcalıkların belgelenmiş hâlidir.


onları destekleme.: Yarışa başlarken - (eksi)de olanları, 0 (sıfır) noktasına getirme çabaları..


Gelelim ikişer ikişer birleştirme olayına:


Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplar "AYRIMCILIK"ın, çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme "POZİTİF AYRIMCILIK"ın net ifadesidir. Elbette bu tanıma çeşitli eklentiler yapılabilir, "düşünülen belli gruplar"ın ve "çeşitli ayrıcalıklar"ın "kimler" oldukları sıralanabilir. Fakat onlar ikincil ayrıntıdan ibarettir..


Burada önemli olan; bu işi (pozitif ayrımcılığı) kimin yapacağıdır. Doğal olarak, zayıfın şişmanı desteklemesi düşünülemez! Şişmanın zayıfı desteklemesi ise kişilerin inisiyatifine bırakılmayacak kadar hassas bir konudur. İşte burada devlet/kamu yönetimi devreye girer. Desteklemenin hakkaniyete uygun/adil yapılabilmesi ancak bu sayede gerçekleşir.


Devleti/kamu yönetimini oluşturan organlar/kişiler ne kadar çağdaş dünyaya, akla ve mantığa + bilime uygun davranmayı becerebilirlerse; "pozitif ayrımcılık" o kadar başarılı olur! Ama her ikisi de hayatın gerçekliğidir. İkisinin de olmadığı bir dünya düşlersek, başka bir dünya aramalıyız.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Tepki


Yıllar önce kaleme aldığım uzunca bir deneme türündeki yazıma "Konumuz: Toplumsal, Ekonomik, Politik, Kültürel, İnsan varlığıdır. Kısaca TEPKİ yaratığıdır." diyerek başlamıştım...


Biraz zorlama da olsa, güzel Türkçemizin bazı sözcüklerinin ilk harflerini bir araya getirerek yeni bir sözcüğe varmıştım.


Peki insan, neye, nasıl tepki duyar ya da her insan aynı dozda tepki duyar mı? Bu duyulan tepkinin, gerçek anlamda tepki olması için, hangi özellikleri olmalıdır? Bunları psiko-sosyologlar bilimsel olarak cevaplasın.. Biz kendi görüşümüzü aktaralım..


***


TDK, "tepkide bulunmak" deyimini "Herhangi bir etkiye karşı söz veya davranışla karşılık vermek." diye açıklamış. Buradan yola çıkarak tepkileri, olumlu ve olumsuz tepki diye ikiye ayırabiliriz. Hani arasıra "Alkışlar", arasıra "Kınarız" ya.. İşte o.. Bir de, toplumsal ve bireysel tepkiler var. Onlar da bizim konumuz..


***


Pir Sultan Abdal, bir türküsünde;


"Uyur İken Uyardılar

Diriye Saydılar Bizi

Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi" der..


Bu dörtlük, "tepki" konusunda çok şey anlatır!


***


Günümüzde gerçek anlamda tepki, bilinçli + örgütlü insan işidir. Kimin, neye, neden, nasıl, nerede ve ne zaman tepkide bulunması gerektiğini saptamak ve hayata geçirmek ancak bilinçli ve örgütlü insanların işidir. Tersi durumda; kendiliğinden oluşan, dağınık ve başarısızlığa mahkûm bir tepki hareketi doğar. Bu tür hareketler, bazen başarıya ulaşmış gibi görünse de, çoğu zaman yarardan çok zarar getiren hareketlerdir..


Bilinçli insanla örgütün ayrılmazlığını vurgulamak istedik bir de.. Bilinçli insanlar, aydın insanlar örgütlenmeye öncü olur.. Örgüt, üyelerini bilinçlendirir. Böyle bir döngüdür bu.. Gerçek anlamda 'tepki' ile de sonuçlanır..


***


Bireysel tepki ile toplumsal tepkiyi de birbirine karıştırmamak gereklidir! Toplumsal bir tepkinin verilmesi gereken bir yerde, bireysel bir tepki vermek, sonra da "niye tepkimi ciddiye almıyorlar" demek, biraz 'çocukça serzeniş'ten başka bir şey değildir! Hani "tavşan dağa küsmüş/kızmış, dağın haberi olmamış" derler ya..


Ayrıca, konulacak tepkiyi de, tepkisizliği de "abartmamak" da gereklidir. Sonra ortaya garip garip görüntüler çıkmakta..


(Bkz. TV kanalları haber bültenlerindeki güzel ülkemden tepki manzaraları..)


"Günümüzde gerçek anlamda tepki, bilinçli + örgütlü insan işidir." Bir de bilinçsiz + örgütsüz kavramları var. Bu dördünün ikili kombinasyonunu ele aldığımızda maddeler halinde şöyle bir dörtleme çıkıyor:


(bilinçsiz + örgütsüz), (bilinçsiz + örgütlü), (bilinçli + örgütsüz), (bilinçli + örgütlü)


Yukarıda bir dörtlük var, Pir Sultan Abdal'dan:


"Uyur İken Uyardılar

Diriye Saydılar Bizi

Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi".


Hepsini bir arada değerlendirelim:


(bilinçsiz + örgütsüz):


"Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi"


(bilinçsiz + örgütlü):


Örgüt dedikleri; "Lay Lay Lom Derneği", "Kermes, Konser ve Plaket Derneği", "Tekerlekli Sandalye Dağıtma Derneği"dir. Sakatlıklarını satan (sözüm ona) 'sanatçılar' da bunlara dâhildir. Başlarındaki üç-beş uyanık yöneticiyle sadece ve sadece halkı sömürmek kaygısındadırlar! Bu nedenle bunlarla işimiz yoktur!! Hatta, TEPKİmizi çekerler!


(bilinçli + örgütsüz):


"Uyur İken Uyardılar


Ama ne kadar bilinçli olursa olsun, ne kadar kendini yetiştirirse yetiştirsin, eğer örgütsüzse HİÇBİR ŞEYDİR! Çünkü haksızlıklara karşı vereceği, verdiği TEPKİ'de yalnızdır.. Ki o haksızlıkları yapanlar, tepeden tırnağa örgütlüdürler! Bizim "bilinçli" aydınımız, Don Kişot'un yel değirmenleri karşısında olduğundan daha acizdir.. Arabanın nasıl yürümesi gerektiğini bilir ama arabanın tekerlekleri yoktur! Tepkisi "saman alevi" gibi, çok ışıltılı yanar ama çabuk söner..


(bilinçli + örgütlü):


"Diriye Saydılar Bizi"dir!


İnsanın, insanca yaşaması için; gerektiği yerde, gerektiği gibi TEPKİsini gösterebilmesi için, o tepkinin kalıcı ve etkili "ses getirebilmesi" için tek seçenektir.. Gel gör ki; hiç de kolay değildir.. "İğneyle kuyu kazmak" gibidir. Gözünü budaktan sakınmayacak yürek, bayrağı elinden düşürmeyecek bilek ister!


Tepkinin 5N1K'sını yani Kimin, neye, neden, nasıl, nerede ve ne zaman tepkide bulunması gerektiğini sorgulamaya devam edelim.


Tepki gösteren; muhalefettir.. Etki de iktidarın uygulamalarıdır!.


Elbette olumlu etkiye olumlu, olumsuz etkiye de olumsuz tepki verilir.. Bunu belirtmek bile gereksizdir. Ancak, bunu organize etmek yine bilinçli + örgütlü insanların işidir..


Böylece; Kim/in ve ne/ye sorularını cevaplarız.


Neden sorusuna da: "İnsanın, insanca yaşaması için" demiştik. Bundan daha anlamlı neden mi olur? Böylece; ne/ye sorusunun cevabı biraz daha netleşir. İnsanın, insanca yaşaması için; iktidarın koyduğu engellere TEPKİ gösterilir, diye bir sonuç çıkartabiliriz.


Nasıl sorusundan çok tepkinin öncesi ve sonrasını ele alırsak bu soru da cevaplanmış olur!


Bilinçli + örgütlü insanın koyduğu tepki, "anlık" bir tepki değildir. Öncesinde ve sonrasında artıları ve eksileri masaya yatırılır. Öncesinde; daha önceki benzeri eylemlerden çıkarılan deneyimlere göre yapılacak olanlar tespit edilir. Sonrasında ise, yapılan eylemden çıkartılan dersler bir bir ortaya konulur. Böylece bir sonraki benzeri tepki hareketinin nasıl yapılması ve nasıl yapılmaması gerektiği de ortaya çıkmış olur.


Yazı tipi boyutu

Tepkinin nerede ve ne zaman ortaya konulması gerektiği de önemlidir! Bunlar da eylemin öncesinde, Bilinçli + örgütlü insanlar tarafından enine-boyuna konuşulur.


Elbette, bütün bunlar, yasaların ve halkın gözünde meşru olmak zorundadır! Diğer bir deyişle demokratik olmak zorundadır! Böylece çerçevesini de çizmiş oluruz..



  • Tekrar vurgulayalım: "Örgüt"ten anladığımız; Sivil Toplum ya da Demokratik Kitle Örgütü'dür!..