30 Ocak 2010 Cumartesi

"Her Şey Satılık"


80'li yılların başında Deniz Türkali'nin tek kişilik enfes bir müzikalini izlemiştim: HER ŞEY SATILIK. O oyundan aklımda kalan bir bölümü paylaşmak isterim: Yetenekli fakat hırslı, ünlü ve zengin olmak isteyen bir piyanist, şeytanla pazarlığa girişir. Şeytan; notalar karşılığında piyaniste ev, araba, şöhret vb. sağlamayı vaat eder. Tabii bunları zamana yayacaktır. Önce "do" notası karşılığı ev, sonra "re" notası karşılığı araba, falan. Piyanist kabul eder.. Bir süre sonra zengin ve ünlü olmuştur ama elinde bir tek notası kalmıştır. O da hiçbir işe yaramamaktadır tek başına..


Günümüzde şeytana satılan "notalar" karşılığında şan, şöhret sahibi olmuş aydınımsılardan çokça var. Bunlara "omurgasızlar" da denmekte. Eskiler "eyyam ağası" derlermiş böylelerine. "Her durum ve zamanda fırsat kollayarak büyüklere yaranan kimse" anlamında.


Tüm bunlar; yaşadığımız toplumun, olmaması gereken ama maalesef olan sakatlıklarıdır, çürümüşlükleridir. Ve düzelmeden de "toplumsal nirvanaya ulaştık" diyemeyiz..


Elbette ki, yapılacak olan; Samuel Beckett'in ünlü "Godot'u Beklerken"indeki gibi "bizi kurtaracak" bir şeyleri beklemek olmamalıdır. Tam tersine; her şeyden önce kendimizi yetiştirmeli, ailemizin ve çevremizin sağlam bir duruşla, alabildiğine mert, alabildiğine dürüst ve alabildiğine kararlı olarak, yaşam kavgasında yer almasını sağlamalıyız.

26 Ocak 2010 Salı

'Biz Olmak' Bilinci Üzerine


Ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Üç Silahşorlar"ında zaman zaman geçen bir söz vardır:


"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"


70'li yıllarda slogan haline dönüşmüştü bu söz:


"Kurtuluş Yok Tek Başına; Ya Hep Beraber, Ya Hiçbirimiz!"


***


Konusu ekonomi ve ulusal gelirin paylaşılmasının söz konusu edildiği yazılarda "pasta" örneği verilir. Daha kolay anlaşılsın diye.. Biz de bu geleneği bozmayalım..


Toplumların, ulusun, grupların vb. belirli bir zaman diliminde elde ettiği ve yaşamını devam ettirebilmesi + bir sonraki zaman dilimi için, tüketmek zorunda olduğu gelir türünü tanımlıyoruz bu "pasta" ile..


Tabii, birden çok kişi olduğunda, sözü edilen "pasta"nın paylaşımı gündeme gelir ki, deyim yerindeyse, dananın kuyruğu da burada kopar!!! Kişiler ya da gruplar "pasta"nın nasıl büyütüleceği üzerine kafa yor(a)madıkları zaman; "pasta"dan kendi paylarına düşen dilimi nasıl büyütmeleri gerektiğini düşünürler ki, bu "ben olmak" bilincidir..


Oysa, bu kişiler ya da gruplar, "hep bana rab bana" anlayışıyla, "gemisini yürüten kaptan" uyanıklığıyla kendi dilimlerini büyütürlerken, bir de bakarlar ki; "pasta" küçülmüş, dolayısıyla kendi payları da küçülmüştür!! Küresel dünya böyle bir şey işte..


***


Elbette sadece kafa yormak yetmez, pastayı büyütmek için!!! Yürek ve bilek yormak da gerekir.. Bütün bunlar da; donanımlı ve sürekli kendini geliştiren bir "beyin"le mümkündür. Bu da yetmez. O beynin ürünlerini yani düşüncelerini yayabileceği, tartışabileceği, hayata geçirebileceği ortam, yani örgütlü toplum gereklidir! Engellisi de, sağlamı da, çalışanı da, öğrencisi de örgütlenebilmelidir..


"...

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yârin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için

..."*


Bu da "BİZ OLMAK" bilincidir!


"Pasta"yı yapan, çoğaltan, dağıtan kısaca üretendir "BİZ"! Bir de: Fırının sahip/leri, pasta malzemelerinin sahip/leri, tavanın, pasta tenceresinin sahip/leri vardır ki, kısaca "ONLAR" diyoruz bu kişilere...


İşte "hayat" denilen devasa meydan savaşı, bu "biz"le "onlar" arasında geçer binlerce yıldır..



*Nazım Hikmet, "Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı"

24 Ocak 2010 Pazar

Çevre


"İnsan, çevre yaratığı ve yaratıcıdır." deriz.


Buradaki "çevre" kulağımızın alıştığı gibi; dağlar, kırlar, ormanlar, kuşlar, kelebekler, börtü böcük falan değildir. Adıyla, sanıyla, gelmişiyle, geçmişiyle, yaşayanıyla, ölüsüyle toplum/lardır.


Hani, ilkokulda öğretilir ya.. "Aile, toplumun en küçük birimidir.." diye.. Hah.. İşte belli yaşa kadar aileler insanın beynini biçimlendirir, diğer bir ifadeyle formatlar. Daha sonra okul yapar bu işi.. Sonra -erkeklerde- askerlik, iş, -Türkiye'de yeterince olmayan ancak olması şart olan- Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) falan ve buralardaki arkadaşlar, ağabeyler, ablalar, kardeşler yani "yaşayan reel çevre" bu görevi devralır..


Bir de yıllar, yüzyıllar hatta bin yıllar öncesinde yaşamış; düşüncelerinden, görüşlerinden, buluşlarından, eserlerinden yararlandığımız "ata"lar var.. Bunlara da "bizden önce geçenler" derim ben kısaca..


Son olarak da; günümüz teknolojisiyle oluşan, bilgisayar + internet olgusunun yarattığı forumlar, haber grupları, chat vb. ortamlarda hayat bulan "sanal çevre" var ki özellikle zamane toplumu için epeyce önemli..


Yani insanı insan yapan çevresidir, içinde yaşadığı toplumdur.. E.. bunun karşılığında da

"çizdiğim sınırlardan çıkma!" diyor.. Çok şey mi istiyor yani?


Bunun cevabı görecelidir. Yani kişiye, zamana, yere göre değişir. Bu 'sınırlar' din, töre, gelenek-görenek, hukuk vb. kurallarıyla çizilmiştir. Sıkıysa çık bakalım sınırlardan!


Ancak, her şeye karşın, o toplum (ya da çevre) insana (kişiye, bireye ne dersen de) bir şans (aynı zamanda görev de) verir. Der ki: "Madem ben seni yetiştirdim, seni formatlayıp işleme hazır hale getirdim, o zaman sen de üzerine düşeni yap, benim bir üyem olarak sevmediğin, yanlış bulduğun kurallarımı/sınırlarımı değiştirmek/genişletmek için elinden geleni yap! Sen de çevre/ler oluştur, kendinde olan bilgiyi, düşünceleri başkalarına aktar, onlarla paylaş ve benim koyduğum sınırları geliştirmek için mücadele et! "Yok öyle üç kuruşa beş köfte!"

22 Ocak 2010 Cuma

Ayrımcılık Üzerine


Türk Dil Kurumu ayrımcılık sözcüğüne net bir tanım vermemiş, konuyu geçiştirmiş.. Ancak, pozitif ayrımcılık kavramına olabildiğince açık bir tanım getirmiş: "Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplara çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme."


Biz de buradan tersine doğru yola çıkarsak, ayrımcılığın tanımına varabiliriz, diye düşünüyorum. Ama her şeyden önce şunu belirtelim: "Pozitifi varsa negatifi de vardır" diye akla gelebilir. Hayır, negatif ayrımcılık diye bir şey yoktur! Ayrımcılığın kendisi negatiftir çünkü.


Yukarıdaki tanımı önce dörde ayırıp sonra ikişer ikişer birleştirirsek sanırım amacımıza ulaşabiliriz:


Toplumdaki diğer kişiler: Karşılaştırma yapılan konuda toplumun çoğunluğunu ya da ortalamasını oluşturan bireyler.. Engelli-engelsiz ayrımında engelsizler.


eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplar: Yukarıdaki ayrımda engelliler.


çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak: İşe alımlardaki %3 kontenjanından tutun, malulen ya da erken emekliliğe kadar, toplu ulaşımda engelliye yapılan özel indirimden tutun, engellilerle ilgili tüm yasa, tüzük ve yönetmeliklerin her maddesi bu ayrıcalıkların belgelenmiş hâlidir.


onları destekleme.: Yarışa başlarken - (eksi)de olanları, 0 (sıfır) noktasına getirme çabaları..


Gelelim ikişer ikişer birleştirme olayına:


Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplar "AYRIMCILIK"ın, çeşitli ayrıcalıklar tanıyarak onları destekleme "POZİTİF AYRIMCILIK"ın net ifadesidir. Elbette bu tanıma çeşitli eklentiler yapılabilir, "düşünülen belli gruplar"ın ve "çeşitli ayrıcalıklar"ın "kimler" oldukları sıralanabilir. Fakat onlar ikincil ayrıntıdan ibarettir..


Burada önemli olan; bu işi (pozitif ayrımcılığı) kimin yapacağıdır. Doğal olarak, zayıfın şişmanı desteklemesi düşünülemez! Şişmanın zayıfı desteklemesi ise kişilerin inisiyatifine bırakılmayacak kadar hassas bir konudur. İşte burada devlet/kamu yönetimi devreye girer. Desteklemenin hakkaniyete uygun/adil yapılabilmesi ancak bu sayede gerçekleşir.


Devleti/kamu yönetimini oluşturan organlar/kişiler ne kadar çağdaş dünyaya, akla ve mantığa + bilime uygun davranmayı becerebilirlerse; "pozitif ayrımcılık" o kadar başarılı olur! Ama her ikisi de hayatın gerçekliğidir. İkisinin de olmadığı bir dünya düşlersek, başka bir dünya aramalıyız.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Tepki


Yıllar önce kaleme aldığım uzunca bir deneme türündeki yazıma "Konumuz: Toplumsal, Ekonomik, Politik, Kültürel, İnsan varlığıdır. Kısaca TEPKİ yaratığıdır." diyerek başlamıştım...


Biraz zorlama da olsa, güzel Türkçemizin bazı sözcüklerinin ilk harflerini bir araya getirerek yeni bir sözcüğe varmıştım.


Peki insan, neye, nasıl tepki duyar ya da her insan aynı dozda tepki duyar mı? Bu duyulan tepkinin, gerçek anlamda tepki olması için, hangi özellikleri olmalıdır? Bunları psiko-sosyologlar bilimsel olarak cevaplasın.. Biz kendi görüşümüzü aktaralım..


***


TDK, "tepkide bulunmak" deyimini "Herhangi bir etkiye karşı söz veya davranışla karşılık vermek." diye açıklamış. Buradan yola çıkarak tepkileri, olumlu ve olumsuz tepki diye ikiye ayırabiliriz. Hani arasıra "Alkışlar", arasıra "Kınarız" ya.. İşte o.. Bir de, toplumsal ve bireysel tepkiler var. Onlar da bizim konumuz..


***


Pir Sultan Abdal, bir türküsünde;


"Uyur İken Uyardılar

Diriye Saydılar Bizi

Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi" der..


Bu dörtlük, "tepki" konusunda çok şey anlatır!


***


Günümüzde gerçek anlamda tepki, bilinçli + örgütlü insan işidir. Kimin, neye, neden, nasıl, nerede ve ne zaman tepkide bulunması gerektiğini saptamak ve hayata geçirmek ancak bilinçli ve örgütlü insanların işidir. Tersi durumda; kendiliğinden oluşan, dağınık ve başarısızlığa mahkûm bir tepki hareketi doğar. Bu tür hareketler, bazen başarıya ulaşmış gibi görünse de, çoğu zaman yarardan çok zarar getiren hareketlerdir..


Bilinçli insanla örgütün ayrılmazlığını vurgulamak istedik bir de.. Bilinçli insanlar, aydın insanlar örgütlenmeye öncü olur.. Örgüt, üyelerini bilinçlendirir. Böyle bir döngüdür bu.. Gerçek anlamda 'tepki' ile de sonuçlanır..


***


Bireysel tepki ile toplumsal tepkiyi de birbirine karıştırmamak gereklidir! Toplumsal bir tepkinin verilmesi gereken bir yerde, bireysel bir tepki vermek, sonra da "niye tepkimi ciddiye almıyorlar" demek, biraz 'çocukça serzeniş'ten başka bir şey değildir! Hani "tavşan dağa küsmüş/kızmış, dağın haberi olmamış" derler ya..


Ayrıca, konulacak tepkiyi de, tepkisizliği de "abartmamak" da gereklidir. Sonra ortaya garip garip görüntüler çıkmakta..


(Bkz. TV kanalları haber bültenlerindeki güzel ülkemden tepki manzaraları..)


"Günümüzde gerçek anlamda tepki, bilinçli + örgütlü insan işidir." Bir de bilinçsiz + örgütsüz kavramları var. Bu dördünün ikili kombinasyonunu ele aldığımızda maddeler halinde şöyle bir dörtleme çıkıyor:


(bilinçsiz + örgütsüz), (bilinçsiz + örgütlü), (bilinçli + örgütsüz), (bilinçli + örgütlü)


Yukarıda bir dörtlük var, Pir Sultan Abdal'dan:


"Uyur İken Uyardılar

Diriye Saydılar Bizi

Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi".


Hepsini bir arada değerlendirelim:


(bilinçsiz + örgütsüz):


"Koyun Olduk Ses Anladık

Sürüye Saydılar Bizi"


(bilinçsiz + örgütlü):


Örgüt dedikleri; "Lay Lay Lom Derneği", "Kermes, Konser ve Plaket Derneği", "Tekerlekli Sandalye Dağıtma Derneği"dir. Sakatlıklarını satan (sözüm ona) 'sanatçılar' da bunlara dâhildir. Başlarındaki üç-beş uyanık yöneticiyle sadece ve sadece halkı sömürmek kaygısındadırlar! Bu nedenle bunlarla işimiz yoktur!! Hatta, TEPKİmizi çekerler!


(bilinçli + örgütsüz):


"Uyur İken Uyardılar


Ama ne kadar bilinçli olursa olsun, ne kadar kendini yetiştirirse yetiştirsin, eğer örgütsüzse HİÇBİR ŞEYDİR! Çünkü haksızlıklara karşı vereceği, verdiği TEPKİ'de yalnızdır.. Ki o haksızlıkları yapanlar, tepeden tırnağa örgütlüdürler! Bizim "bilinçli" aydınımız, Don Kişot'un yel değirmenleri karşısında olduğundan daha acizdir.. Arabanın nasıl yürümesi gerektiğini bilir ama arabanın tekerlekleri yoktur! Tepkisi "saman alevi" gibi, çok ışıltılı yanar ama çabuk söner..


(bilinçli + örgütlü):


"Diriye Saydılar Bizi"dir!


İnsanın, insanca yaşaması için; gerektiği yerde, gerektiği gibi TEPKİsini gösterebilmesi için, o tepkinin kalıcı ve etkili "ses getirebilmesi" için tek seçenektir.. Gel gör ki; hiç de kolay değildir.. "İğneyle kuyu kazmak" gibidir. Gözünü budaktan sakınmayacak yürek, bayrağı elinden düşürmeyecek bilek ister!


Tepkinin 5N1K'sını yani Kimin, neye, neden, nasıl, nerede ve ne zaman tepkide bulunması gerektiğini sorgulamaya devam edelim.


Tepki gösteren; muhalefettir.. Etki de iktidarın uygulamalarıdır!.


Elbette olumlu etkiye olumlu, olumsuz etkiye de olumsuz tepki verilir.. Bunu belirtmek bile gereksizdir. Ancak, bunu organize etmek yine bilinçli + örgütlü insanların işidir..


Böylece; Kim/in ve ne/ye sorularını cevaplarız.


Neden sorusuna da: "İnsanın, insanca yaşaması için" demiştik. Bundan daha anlamlı neden mi olur? Böylece; ne/ye sorusunun cevabı biraz daha netleşir. İnsanın, insanca yaşaması için; iktidarın koyduğu engellere TEPKİ gösterilir, diye bir sonuç çıkartabiliriz.


Nasıl sorusundan çok tepkinin öncesi ve sonrasını ele alırsak bu soru da cevaplanmış olur!


Bilinçli + örgütlü insanın koyduğu tepki, "anlık" bir tepki değildir. Öncesinde ve sonrasında artıları ve eksileri masaya yatırılır. Öncesinde; daha önceki benzeri eylemlerden çıkarılan deneyimlere göre yapılacak olanlar tespit edilir. Sonrasında ise, yapılan eylemden çıkartılan dersler bir bir ortaya konulur. Böylece bir sonraki benzeri tepki hareketinin nasıl yapılması ve nasıl yapılmaması gerektiği de ortaya çıkmış olur.


Yazı tipi boyutu

Tepkinin nerede ve ne zaman ortaya konulması gerektiği de önemlidir! Bunlar da eylemin öncesinde, Bilinçli + örgütlü insanlar tarafından enine-boyuna konuşulur.


Elbette, bütün bunlar, yasaların ve halkın gözünde meşru olmak zorundadır! Diğer bir deyişle demokratik olmak zorundadır! Böylece çerçevesini de çizmiş oluruz..



  • Tekrar vurgulayalım: "Örgüt"ten anladığımız; Sivil Toplum ya da Demokratik Kitle Örgütü'dür!..

18 Ocak 2010 Pazartesi

Paylaşımın Gücü


Aşağıdaki, "bilginin paylaşımı"nın kısa öyküsünü çok severim..


"Benim bir elmam var, senin de bir elman var, ben bir elmamı sana verdim, sen bir elmanı bana verdin, senin de bir elman oldu, benim de bir elmam oldu. Benim bir bilgim var, senin de bir bilgin var, ben bir bilgimi sana verdim, sen de bir bilgini bana verdin, senin de iki bilgin oldu, benim de iki bilgim oldu."


***


"Özel Mülkiyet" kavramı; bebekliğimizden itibaren beynimize kazınır.


Benim, senin, onun..


- Ne güzel elbisen var senin?


- …


- Kim aldı?


- Annem


- Bana verir misin?


- ("Sana olmaz ki" demiyor) Olmaz.. Benimm!...


Bu aidiyet duygusu ileriki yaşlarda da hayatımıza egemen olur.. Kimi zaman olumlu, çoğu zaman da olumsuz sonuçlarıyla..


***


"Paylaşımcılık" ve "mülkiyetçilik" duygularından hangisinin ağır basacağı durumu, yıllar içerisinde insanoğlunun genlerine işlemiştir. Genlerin tümünü kontrol altına almadıkça, yapacak pek fazla bir şey de yoktur! Ancak, sağlıklı ve kaliteli eğitim yoluyla, toplumların genel karakterinde, bir kaç kuşak sonrasında, az da olsa olumlu değişikliğe gidebilmek mümkün.


***


İnternet teknolojisinin en çok takdire değer bulduğum yanı; bilginin paylaşımının yaygınlaşmasını ve hızlanmasını sağlamasıdır. Sadece bilgi değil, düşünce ve duygular da bu teknoloji yardımıyla paylaşılarak çoğalıyor!


Hiç ummadığınız bir zamanda, ummadığınız bir kişiden, ummadığınız bir e-mail alabilir, düşüncelerinize katıldığını öğrenebilir; yine internetten tanıştığınız, sevdiğiniz bir arkadaşınızın, yıllardır aradığını söylediği bir müzik parçasını gönderebilirsiniz. Günlerce uğraştığınız, bilgisayarınızdaki bir problemin, arkadaşınızdan aldığınız bir program yardımıyla kolayca çözüldüğünü görüp, minnettar kalırsınız.. Ya da kişiler yer değiştirir.. Siz başkalarının düşüncelerine katılır, arkadaşınız size çok sevdiğiniz bir resim gönderir, hiç tanımadığınız, görmediğiniz, göremeyeceğiniz, adını bile bilmediğiniz bir kişinin bir programdaki çok çok önemli bir sorununu çözersiniz..


Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.. Her birinin sonunda inanılmaz bir keyif ve mutluluk vardır. Bu da PAYLAŞIMIN GÜCÜ sayesinde olmuştur!


Öyleyse: "Bilgi, paylaşıldıkça artan hazinedir"*


* BHARTRIHARI (Hint filozofu)

16 Ocak 2010 Cumartesi

Yol Ayrımı


İnsanoğlunun kaplumbağalara göre çok çok kısa, kelebeklere göre çok çok uzun yaşamında çeşitli evreler var. Bu evrelerin başlangıçlarını, birden çok yolun kesiştiği kavşaklara benzetebiliriz.


Aslında, bu evrelerin ve yol ayrımlarının bir bölümü diğer canlılarda da var. Ancak, "Canlılar dünyası, insan soyu ile en yüksek aşamasına sıçramıştır. Hayvandan çok önemli bir kalite farklılığına ulaşmıştır insan." diyebildiğimiz için, bunların çok daha karmaşığı, çok daha içinden çıkılması güç olanları gözlemlenir, insanoğlunda.


Bu evrelerin başlıcalarına kısa başlıklar halinde göz atalım: İlköğrenim, üniversite, iş, evlilik ve emeklilik. Tabii, bunların içerisinde de ayrı ayrı evreler, ayrı ayrı yol ayrımları söz konusudur. Sıralaması da, bazen istisnaları görülse de, genel olarak aynıdır. Ancak, her insanın aynı evrelerden geçmediğini de görürüz..


Eğer "yol ayrımı"ndan söz edersek, "doğru" ve "yanlış"tan da söz etmek zorundayız, demektir! Çünkü seçeceğimiz yolun hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilmek zorundayız. Burada ancak, doğru soruları sorup, doğru cevaplar alabildiğimizde, doğru seçimi yapabilme şansımız güçlüdür! Bunun da tek yolu vardır: O yollardan bizden önce geçenlerin tecrübelerinden yararlanmak!


Tabii "her zaman, yanı başımızda, tecrübelerinden yararlanacağımız kişileri bulacağız" diye bir şart yok! Hem zaten onların yaşadığı çağla, geçtikleri yollar farklı olabilir. "Kuşaklar arası çatışma" denilen olgu burada ortaya çıkar işte..


Yazının icadından sonra, pek çok kişi, kendi başlarından geçenleri, tecrübelerini çeşitli şekillerde kâğıda dökmüş, ileriki kuşakların yararına sunmuştur. İşte okuryazar olmanın en büyük avantajı budur! Bir yol ayrımında, ikilemde kaldığımızda, yanı başımızda tecrübelerinden yararlanacağımız kişileri bulamadığımızda; KİTAPLAR yardımcımız olacaktır! Her ne kadar teknoloji gelişti desek de, sinema, televizyon, internet (hele internet) yaşamımızda çok çok büyük yerler kaplıyorlarsa da; kitapların yerini tutacak düzeye ulaşamadılar, bence.


Ancak, hiç bir kitap, yaşamın bire bir kopyası değildir. Bütün kapıları açacak sihirli bir değnek vermez, kimsenin eline! Birçok kitaptan elde edilecek düşüncelerin sentezidir, bizi yaşamın zorlukları karşısında güçlü kılacak olan!


Burada belki; şans faktörü de söz konusudur. Ama Paul EHRLICH'in bir sözü vardır: Şans hazırlıklı kafalara güler.


***


"Yanlış" yol seçtinizse de, o kadar dert etmenize gerek yok! İlerde başkalarına anlatacağınız anılarınız olur. "Tecrübe" diye buna diyorlar işte.

14 Ocak 2010 Perşembe

"Olmalı mı Olmamalı mı?"


Bülent Ortaçgil'in "Olmalı mı olmamalı mı"sının iki dörtlüğünü çok çok severim:


Olmalı mı olmamalı mı

Yoksa hiç değişmemeli mi

Ama ben değişmezsem,

Ben olamam ki

...

...

Bilmeli mi bilmemeli mi

Yoksa hiç öğrenmemeli mi

Ama ben öğrenmezsem,

Hiç olamam ki


***


İnsanoğlunun yaşamak için, gerçekte "ben de varım" diyebilmek için, kendisini ve çevresini değiştirme-geliştirme serüvenindeki üretici güçleri; teknik, coğrafya, tarih ve insan olarak 4'e ayırabiliriz. İşte öğrenilmesi, bilinmesi ve öğretilmesi gereken şeylerin tümü bu dört ana başlığın içerisine girer. Ne kadar basit değil mi?


***


B. F. Skinner demiş ki;

'Öğretilen şeyler unutulduktan sonra geriye kalan, eğitimdir.'

Burada; "öğretilen şeyler" gerçekten unutulur mu? Sorusu çıkıyor karşımıza..

Bir yerlerde okumuştum.. Her gün insan beynindeki hücrelerin üçte biri ölür, ertesi gün yenilenirmiş..


Bilgi dolu hücre öldüğünde içindeki bilgiler de ölüyor. Tıpkı, güç kaynağınız yoksa, elektrikler gittiğinde bilgisayarın RAM belleğindeki bilgilerin yok olması gibi.. "Unutmak" da böyle oluyormuş işte.. Sürekli tazelenmeyen, yinelenmeyen bilgiler ya bilinçaltına itiliyor ya da tamamen unutuluyor. O halde, Skinner'in sözünü ettiği "unutmak", mecazi anlamda olmuş oluyor.


Sözü beyinden açmışken, bir usta düşünürün insan beynini değirmen taşlarına benzetmesine değinelim. Değirmen taşlarının buğday eklenmeden çalıştırıldığına, biri birine sürtünerek kendi kendini parçalaması gibi, insan beyni de yeni bilgi eklenmediğinde kendini parçalar, bunalımlara neden olur. Bunu önlemek için de; sürekli yeni ama sağlıklı bilgiler öğrenmek, bunları biri birleriyle karşılaştırarak sentezlere varmak gereklidir..

13 Ocak 2010 Çarşamba

Değişim


Charles Darwin, "En güçlü ya da en akıllı değil, değişime en iyi uyan ayakta kalır." demiş.


Değişim önemlidir! Karlı bir dağın tepesinden kartopunu bıraktığımızda hafif ve yavaştır. Aşağıya indikçe ağırlığı ve hızı artar. İnsanlık tarihine baktığımızda, uzun yüzyıllar hatta binyıllar boyu çok büyük değişimler yaşanmadan sürdüğünü görüyoruz. Fakat günümüze yaklaştıkça, değişimin baş döndürücü bir hıza eriştiğine ve çoğaldığına tanık oluyoruz.


Değişim; doğru yolunu, yordamını buldukça "gelişim" durumunu alır. Hiçbir şey tarafından engellenemez. Geri dönmesi ya da yavaşlaması da olası değildir. Onunla birlikte hayatta kalmanın tek yolu: Ona uyum sağlamaktır.


Bu nasıl olacaktır? "Uyum", bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk anlamına geliyor. Peki, "bütün"ün gittiği "yol" yanlışsa parçalar da "yanlış" yapıyor olmaz mı? Burada çok ince bir sınır var. O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur.


***


TEKNOLOJİK gelişimin tek başına bir anlamı yoktur. Onu kullanmayı sağlayacak EĞİTİM ve daha önemlisi bu ikisini yaygınlaştırmayı sağlayacak EKONOMİK kalkınma da şarttır. Bu üçünün eşit düzeyde olmaması durumunda yol alınamaz.


Aslında, teknolojiyi de ekonomi altyapısı içerisinde incelemek daha doğru olur. Eğitim ise, kültür ile birlikte tüm TOPLUM'un daha iyiyi, daha doğruyu görebilmesi ve elde edebilmesine yardımcı olmak bakımıyla üstyapı kurumu olarak yerini alır.


Nedir altyapı ve üstyapı kurumları? Bunları bu derece önemli yapan şey nedir? Bir binaya benzeterek kısaca anlatmaya çalışalım: Altyapı; "toplumun ekonomik yapısı", yani binanın temelidir. "Hukuksal ve politik kurumların olduğu kadar eğitsel, kültürel vb. kurumlar" da üst yapıyı yani binanın duvar, kapı, pencere, kiremit vb.'sini meydana getiriler.


Eğer temel, yani altyapı sağlamsa sorun yok! Ama temel çürükse, duvarların boyanması, kiremitlerin aktarılması binanın sakat yapısını değiştirmeyecektir. En ufak bir depremde yıkılacaktır! O nedenle, altyapı ve altyapıya doğrudan bağlı kurumların sağlam olması çok önemlidir!


Elbette ki, o TEKNOLOJİye ulaşabilmesi için, ilköğrenim EĞİTİMini dahi veremediğin kişiyi istediğin kadar zenginleştir ya da herkesi üniversite mezunu yap, ama değil bilgisayar alabilecek, karnını doyurabilecek iş bulamasın.. Sonuçta EŞİTSİZ değişim; kimilerinin göz boyamacılığına âlet olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, bir kuru gürültü olup çıkacaktır.


***


Toplumun "egemen üretim yordamı" ile doğrudan bağı olmayan diğer tabakalarının da, "kadın sosyal sınıfımız"ın da, engellilerinin de bütün sorunlarının mutlak çözümü; alt ve üst yapının sağlam inşa edildiği bir dünyadadır. Gerisi içinin doldurulması pek kolay olmayan "boş lâflar balonu"dur.


Mevlâna yaşamını; "hamdım, piştim, yandım" sözleriyle özetlemiştir. Bunun sıralaması herkeste aynı olmak zorundadır. 'Süre' ise farklı olabilir. Ancak bu, bireyler için böyledir. Bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar için durum biraz farklıdır.


Günümüzden 7000 yıl önce "üreten" insanlarla, "ürünleri pazarlayan" insanların oluşturduğu gruplar ilk kez birbirinden ayrıldı. "Durumları ve çıkarları" aynı olan insanlar bir araya geldiler. "Sınıflı" toplum böyle doğdu. "Ürünleri pazarlayan" sınıflar, "üreten" sınıfa egemen oldu. Bunları istediği gibi çalıştırdı.


Ancak; dünyadaki insan nüfusunun sürekli artıyor, yaşam kaynaklarının da azalıyor olması, ortaya yeni yeni problemler çıkartıyordu. Bu kaynakları ellerinde tutanlarla onlara ihtiyaç duyanlar "paylaşmak" yerine "ele geçirme"yi tercih edince de işin rengi değişiyor, kan gövdeyi götürüyordu. Sonuçta; o toprağın, suyun, yiyeceklerin vb. yeni sahibi belli oluyordu. Aradan bir süre geçtiğinde, bu "yeni sahipler" eskiyor ve yozlaşıyordu. Daha taze ve diri bir başka topluluk, eskimiş, yoz sahiplerin elinde bulundurduğu toprak, su vb. için savaşa giriyor ve kazanıyordu. Ve bu sürüp gidiyordu.


14 ve 15. yy.'a kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra, egemen sınıflar artık yabancılar tarafından değil de kendi ülkelerinin örgütlenebilen sınıfları tarafından alaşağı ediliyorlardı. Ne hikmetse, onlar da bir süre sonra yozlaşmaya başladılar. Teknolojinin gelişimiyle artık tamamen değişen üretici sınıfı, ekonomik olarak sömürmeye başladılar. Bu sayede alabildiğine güçlenen egemen sınıflar, bütün dünya üzerinde güçlerini hissettiriyorlardı.


Böylece geldik 20. yüzyıla… Bu yüzyıl; insanlar, sınıflar, toplumlar ve uluslar arası eşitsizliklerin, çelişkilerin hatta uçurumların alabildiğine arttığı, bütün dengelerin bozulduğu anlara sahne oldu. Emperyalist egemen güçler, kendi aralarında anlaşamayıp dünyayı paylaşamayınca, yüzyılın ilk yarısında, o güne kadar görülmeyen sıcak savaşlar yaşandı. Birincisinin sonunda; dünyanın 1/6'sında, ikincisinin sonunda; dünyanın 1/3'ünde egemenliklerini yitirdiler. Yüzyılın ikinci yarısında da, sıcak savaşlarla kaybettikleri egemenliklerini soğuk savaşla tekrar ele geçirmeye uğraştılar ve başardılar. Ya da öyle sandılar! Çünkü; hep "DEĞİŞİM" kazandı! Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı!


Kurmayı düşledikleri "Yeni Dünya Düzeni" öylesine kısa zamanda şapa oturdu ki; çark etmek zorunda kaldılar, onu da başaramadılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar! Bu günlerde de bu durumun sıkıntısı yaşanmaktadır..


Söz konusu insan toplulukları, "savaş" dışındaki zamanlarda "birbirimizi yemeyelim" diye; kendi aralarında gelenek-görenek, töre, kanun, ahlâk, etik vb. diye adlandırdıkları birtakım kurallar koydular. Bu kuralları koyanlar ve koruyanlar genellikle o toplumun 'egemen tabakası' oluyordu. Daha sonra bu kurallar yerleşiyor, tüm toplumun sahiplendiği yasalar haline geliyordu. Hatta o kadar ki, bu kurallar uğruna savaş çıkıyor, kan dökülüyordu. O derece yani..


Tabii "baba diyalektiğin" kuralları burada da işliyor; kurallar, zaman ve mekân boyutlarında çeşitli değişimlere/gelişimlere uğruyordu. Ama bu; hemen hiçbir zaman doğru orantılı olmuyordu! Yani toplumların "maddi" (ekonomik, teknik vb.) yanlarıyla "manevi" (düşünsel, kültürel, ahlaki, etik vb.) yanları birbiriyle uyumlu biçimde değişmiyordu ve amiyane tabirle 'dananın kuyruğu' burada kopuyordu.


Tabii, bu durumu çok çok iyi bilen toplumun egemenleri; eline geçirebildikleri akıllarına gelen her şeyi ama her şeyi (toplumların manevi duygularından tut, cinselliğe kadar, ekonomisinden tut spora kadar, teknolojik gelişmelerden tut ayrımcılığa uğrayan grupların -sakatların, yaşlıların, çocukların vb.- yaşamsal gereksinimlerine kadar akla gelebilen her şeyi ama her şeyi!) alabildiğine SÖMÜRÜR ya da SÖMÜRÜ ALETİ olarak KULLANIR!!


Bu sömürü düzeni ilelebet sürsün diye de; karşılarına güçlü bir muhalefet çıkmasını engeller, muhalefeti sindirir, sulandırır, parçalar, havayı bulandırır, birbirine düşman kılar vb. vb. Ünlü "divide et impera" (Böl ve Yönet) taktiğiyle günlerini gün ederler..


Bütün bunlardan sonra ancak; ilk başta sözünü ettiğimiz değişim, doğru yolunu, yordamını bulur ve GELİŞİM haline gelir..

10 Ocak 2010 Pazar

KUŞLARI BOYAMAK

Polonya asıllı ünlü yazar Jerzy Kosinski, "Boyalı Kuş" adlı romanında II. Dünya Savaşı Sırasında bir çocuğun başından geçenleri akıcı bir dille anlatır. Savaşın insan ve insan toplulukları üzerindeki acımasız etkilerini, kendi türünden olan ama kendisinden farklı yanları olduğu için bir başkasına 'düşman' kesilen insanları bu romanda tanıtır. Kültürel az gelişmişliğin, savaşla birlikte insanları ne denli 'gaddarlaştırabileceğini' sayfalar arasında adeta sürükleyici bir film izler gibi izleriz.

Bundan elli küsur yıl önce yaşananları, günümüz dünyası yeniden yaşamak istemiyor. Ama ne yazık ki gerisinde acıdan başka hiç bir şey bırakmayan bu tür olaylar, zaman zaman ve çok çeşitli bölgelerde alabildiğine yaşanıyor. Doğal olarak engelliler, hemen her durumda olduğu gibi sağlıklı insanlardan, daha fazla enerji harcayarak ve daha bir zorlanarak katlanıyor bu inanılmaz vahşete.

Hemen hemen doğadaki tüm canlıların kendisinden güçsüz canlılara karşı takındığı tavır şu atasözüyle özetlenmiştir: 'Büyük balık küçük balığı yutar.' Bu sözün doğruluğu kültürel gelişmişlikle ters orantılıdır. Yani, insanlar kendilerini, kültürel olarak ne denli geliştirmişlerse, ilkel duygu ve düşüncelerinden ne denli arınmışlarsa bu söz geçerliliğini o kadar yitirir. Ve insanlık, kendinden güçsüz olanı ezip yok etmek yerine; kendinde olanı 'paylaşma'yı öğrendiğinde onurunu kazanır.

Gelişmiş toplumlarda bile sık görülen yabancı düşmanlığının altında yatan gerçek neden, elimizdeki olanakları daha çok kişiyle paylaşma kaygısıdır. İnsanın doğasında var olan bu bencillik duygusu daima yeni düşmanlıkların yaratılmasında malzeme olmuştur. Topluluğa dışarıdan katılan bireyin, eski üyelerin 'boğazlarına ortak' olma olasılığına karşı bazen gizliden gizliye, bazen de açıkça 'düşman' olunur. Tâ ki yabancının, 'bir dost' olduğunu, 'kendisinden bir zarar gelmeyeceğini', 'yük olmayacağını' hatta gerekli ilgiyi, yardımı, sevecenliği vb. görür ise 'yararlı bile olabileceğini' gözle görülür, elle tutulur bir biçimde 'kanıtlamasına' dek. Bu elbette kolay değildir. Hem de hiç kolay değildir.

Kimi toplumlarda da 'güçsüz' olana karşı bir 'acıma duygusu' gelişmiştir. Konuşmalarda, bakışlarda, hemen her davranışta aslında 'ne yapılması gerektiğini bilememekten' ileri gelen 'telaşlı bir yardımseverlik'le karışık acıma duygusudur bu. Böyle olması nedeniyle her türlü 'sömürüye' de açıktır. 'Duygu sömürüsü' bunların başındadır. Özellikle son yıllarda medyada buna yönelik pek çok örnek sergilenmiştir. Konuya, 'bu zavallı yardım bekliyor' söylemiyle yaklaşmak yalnızca 'zavallı' sayısını artırmaktadır. Oysa ihtiyacı olanlara yardım etmenin toplumsal sorumluluk olduğu bilinci ile konunun kişisellikten kurtarılıp; kurumsallaştırılmasıyla kalıcı çözümler bulunabilir.

***

Yabancılarla güçsüzlerin ortak yanlarının alınıp bir roman kahramanın kişiliğinde birleştirilmesini, yukarda sözünü ettiğim "Boyalı Kuş"ta okuyabiliriz. O romanda anlatılanları da -öylesine dehşet verici olmasa bile- hemen her gün yaşar, duyar ya da görürüz. Her defasında 'bu son olsun' desek bile. Ama ne yazık ki, bir başka gün daha da acı veren bir olayı öncekinden ders almadığımızı kanıtlamak istercesine yine yaşar, duyar ya da görürüz.

Doğuştan ya da sonradan özürlü, fiziksel engelli, sakat ya da ne derseniz deyin kimi insanlar, yaşamın gerçeklerini, yukarıda değindiğim gibi sağlıklı insanlardan daha çok çaba sarf ederek, daha fazla yorularak yüklenmek zorundadırlar. Bu nedenle, yaşamın güzel yanlarına daha bir sıkı sarılmak, küçük nedenlerden büyük mutluluklar çıkartabilmek zorundadırlar. Bunu yapabildikleri sürece yaşama savaşında hep 'kazanan' olurlar.

8 Ocak 2010 Cuma

BİLMEK ve ÖĞRETMEK ÜZERİNE

 
"Bilginin farzı öğretmektir" demişler. Güzel söylemişler! Toplum yaratığı insan, toplumdan aldığını geri öderken bu eylemi yerine getirir: ÖĞRETİR!
 
Eğer öğretmiyorsa üç şık vardır: Ya bilmiyordur, ya öğretemiyordur ya da "küçük esnaf bezirgânlığı" denilen aşağılık bir ruh hâli içerisindedir. Birinciyi geçelim. O içten içe kanayan bir toplumsal yaradır. Her ne kadar, sıkışınca 'bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp' atasözüne sarılsak da bilmemenin, bilememenin ezikliğini yaşayanlardan iyi kimse duyamaz.
 
Öğretebilmek apayrı bir konudur. Özel eğitim ve yetenek gerektirir. Her insan öğretemez. Eğitim Fakültelerinde 'Pedagoji Formasyonu' alamayanlar öğretmenlik yapamaz. Bu 'kime, neyi, ne zaman, nasıl' öğretmek gerektiğinin öğretildiği ve sınandığı bir bilim dalıdır.
 
Kendisine 'rakip' olmasın düşüncesiyle bildiklerini en yakınlarından bile saklamayı marifet sayan çok kişinin olduğu, yozlaşmış bir toplumda yaşıyoruz. Alın size geri kalmışlığımızın en güzel neden ve sonuçlarından biri daha! Buna ister 'entelektüel ukalâlık', ister yukarıdaki gibi 'küçük esnaf bezirgânlığı' deyin. Bildiklerini; çevresine öğretip onların da bunlardan yararlanmasını sağlamak, daha bilinçli bir toplum yaratılmasına önder olmak yerine, bir takım kısa vadeli hesaplarla küçük çıkarlara alet etmeye çalışanlar bu sınıftandırlar.
 
Deveye 'boynun niye eğri' diye sormuşlar. O da 'nerem doğru ki' diye yanıtlamış. Günümüzün 'çok gürültülü' (çok sesli diyemiyorum) yaşamında yukarıda söz edilen konular fısıltı gibi kalsa da toplumun ve toplumu yaratan kişilerin bugününü ve geleceğini çok yakından ilgilendirdiği için önemlidir. Bence.

7 Ocak 2010 Perşembe

OLAYLAR ve İNSANLAR

İlköğretim Tarih kitaplarında geçen bir konu vardır: İlkel kent devletlerinden birinde, her çocuk belli bir yaşa geldiğinde görevlilerce kentin yakınındaki ormanlık ya da dağlık bir bölgeye götürülür ve tek başına bırakılırmış. Bir kaç gün sonra aynı görevliler gelir, çocuk eğer hâlâ sağsa kente geri götürürlermiş.
 
İnsanların sakat ya da sağlam olup olmadıklarını sınamak için ne vahşi bir yöntem değil mi? Kanı donuyor insanın. Aslında benzer yöntemler 20. yüzyılın ilk yarısında, Hitler Almanya'sında da uygulanıyordu. Belki hâlâ dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanıyor. Ancak, önemli olan olayın tarihi değil, olayı yaratan düşüncenin ilkelliği ya da çağdışılığıdır.
 
Bir başka olay: Geçenlerde İsveç'e giden bir tanıdıkla konuşuyorduk. Kenti şöyle bir gezdikten sonra, İsveçli arkadaşına "Sizin ülkenizde de amma çok sakat varmış" der. Arkadaşı güler. "Sizin ülkenizde daha çok var, ama sokağa çıkamazlar. Çünkü; ne yollarınız ne de binalarınız sakatların dışarı çıkmasına uygun." Bunun tam tersi bir olayın da Türkiye'de yaşandığını hepimiz biliyoruz. Avrupalı bir turist, "Türkiye'de sakat yok mu, sokaklarda hiç rastlamadım" diye şaşkınlığını belirtmişti. Ama yine söyleyelim: Olayın yeri ve tarihi önemli değildir. Önemli olan olaya, olaylara bakış açısıdır, zihniyettir. Türkçesi 'anlayış'tır.
 
İnsana insan gözüyle bakmak yerine, cinsiyetini, derisinin rengini, dilinin anlaşılıp anlaşılmadığını ya da sakatlığını ön plana çıkararak o gözle bakmak; önce bakan insanın, sonra o insanların oluşturduğu toplumun yapısını, dünya üzerindeki yerini belirler.

4 Ocak 2010 Pazartesi

DÜŞÜNÜRLER VE DÜŞÜNCELERİ

Düşünürler, düşüncelerini zaman zaman öyle güzel cümlelerle dile getirmişler ki; üzerinden yıllar hatta yüzyıllar geçtiği halde hâlâ bir altın parçası gibi ışıl ışıl parlamaktadırlar. İşte bunlardan bazıları:
 
 
Başkasının düşüncesiyle yargıya varma!
 
ŞEYH BEDRETTİN
 
Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz.
 
MONTAIGNE
 
Düşünmeden konuşmanın cezası; sonradan düşünmeye mahkûm olmaktır.
 
-.-
 
İnsanların, güzel konuşmaya veya susmaya yetecek kadar zekâlarının olmayışı büyük talihsizliktir.
 
LA BRUYÉRE
 
Herkes aynı şeyi düşünüyorsa hiç kimse çok düşünmüyor demektir.
 
-.-
 
Bir gün gelecek insanlar olmayacak, yalnız düşünce kalacak.
 
George Bernard SHAW
 
Size en çok yardım eden kitaplar, sizi en çok düşündüren kitaplardır.
 
Theodor WALKER
 
Cezaevleri var oldukça, hangimizin içinde olduğu hiç önemli değildir.
 
George Bernard SHAW
 
İyi bir ilk izlenim bırakmak için, kimsenin ikinci bir şansı yoktur.
 
-.-
 
Eğitime gereken parayı askerliğe harcamak, bir insanı kuvvetlendirmek için beyni ile beslemeye benzer.
 
NAMIK KEMAL
 
Öğrenmek pahalıdır ama, cehalet daha pahalı.
 
Henry CLAUSEN
 
Şans hazırlıklı kafalara güler.
 
Paul EHRLICH
 
Siyasetle uğraşmak istemeyen aydınları bekleyen korkunç bir son vardır: O da cahiller tarafından idare edilmektir.
 
ARİSTO
 
Hata yapmaktan korkan bir insan hiç bir şey yapamaz.
 
LİNCOLN

2 Ocak 2010 Cumartesi

DOĞRU DÜŞÜNCE YÖNTEMİ

 
Ünlü Köroğlu'nun 'Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu' deyişi vardır ya hani; onun gibi, 'Telefon yaygınlaştı, mektup dahi yazılmaz oldu', 'Televizyon yaygınlaştı, gazete dahi okunmaz oldu' diye insanın zaman zaman hayıflanası geliyor. Bir de toplumsal hastalığımız; 'kolaya kaçma' bunlara eklenince "düşünce tembelliği" ya da "düşünce özürlü olma durumu" iyice yaygınlaştı.
 
Eğitim-öğretim kurumlarımızda da 'düşünce yöntemi' dışında ne varsa öğretilmeye çalışıldığından beyinleri süngerleşmiş bir kuşak; eskilerin deyimiyle "kafadan gayrımüsellah" yani 'düşünce silahından yoksun' bir kitle yetişiyor.
 
Oysa yüzyıllardır insan beyninin yapısı ve çalışmasıyla ilgilenen bilim adamları onun, pek azının kullanıldığını, daha çoğunun kullanılabilmesi için neler yapılagelmesi gerektiğini araştırıyorlar.
 
YÖNTEM
 
"Bir amaca varmak için tutulan düzenli yol" diyor sözlükler, yöntem için. Düşünmeyi ve de doğru düşünmeyi amaç edinirsek bu amaca varabilmek için tuttuğumuz yol yani doğru düşünce yöntemimiz nasıl olmalıdır?
 
Eski Yunan'da bir filozof: "Yıkandığın suda bir daha yıkanamazsın" demiş. Gerçekten de ikinci kez yıkanmak istediğinizde girdiğiniz su, ilk kez yıkandığınız sudan farklıdır. Eğer su durgunsa daha da kirlenmiştir, yok akıyorsa öncekiyle aynı olmadığı kesindir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Her şey değişir. Peki ama nasıl?
 
Örnek 1: (-) ve (+) kutuplar bir araya geldiğinde elektrik oluşur. Bunlar herhangi bir "şey" değildir. Elle tutulmaz, gözle görülmez! İki zıtlığın beraberliğinden oluşan yeni olgu, kendinden öncekilere benzemez. Onlardan apayrı bir yapısı vardır. Elle tutulmaz ama gözle görülür. Örnek 2: Erkek ve kadının beraberliğinden yeni bir insan meydana gelir. Bu yeni insan; kendinden öncekilere hem benzer, hem benzemez. Elle tutulur, gözle görülür.
 
Yukarda özetlemeye çalıştığımız iki örnek, olayların tümüyle normal koşullarda gelişmesi durumunda söz konusudur. Anormal bir durumda ne olur? (-) ve (+) kutuplar belirli bir noktadan fazla yaklaşırsa 'kısa devre' olur, elektrik yanmaz. Bebeğin doğumundan önce geçmesi gereken normal süre tamamlanmazsa ya da aşılırsa, o süreç içerisinde (anne hamileyken) herhangi bir dışarıdan müdahale durumunda (şiddetli sarsıntı, kullanılmaması gereken ilaçlar vb.) bebek ya ölü ya da sakat doğar.
 
Doğru bir düşünce yöntemi kullanarak açıklanması olanaklı olaylara yanlış yöntemlerle sadece bakakalmak "düşünce özürlü" olmanın kanıtıdır. Ve bu durum, "bedensel özürlü" olmaktan daha acı vericidir.
 
Örnekler kısa ama bir özellikleri var: Birisi bu konuda verilebilecek en basit, diğeri en karmaşık örnek. Ancak her ikisinde de aynı kurallar geçerli. Aslında bu konuda örnek vermek bile gereksiz. Çünkü evrendeki tüm olaylar ve tüm varlıklar bu yöntemin kurallarına göre oluşur, gelişir ve son bulur. Ama daha net ve anlaşılır olabilmesi için örneklere devam edelim.
 
Normal koşullarda su, sıfır derecede donar ve yüz derecede buhar olur. Doksan dokuz ya da yüz bir derece değildir bu rakam. Tam yüz derecedir. Peki, sıfır ile yüz derece arasında ne olmuştur da bu kadar beklemek zorunda kalmıştır? İşte "birikim ve sıçrama" kuralı diyebileceğimiz bir kural bu şekilde ortaya çıkar. Zıtlıkların beraberliği ile ortaya çıkan her olay, madde vb., aynı etkenin defalarca müdahalesi sonucu üst üste birikir ve bir noktada "patlama" yaparak bambaşka bir olaya, maddeye vb.ye dönüşür.
 
Bir başka örnek: Yumurtadan civciv çıkışı olsun. Tek başına yumurta hücresi civcivin yetişmesi için yetmez. Yumurta hücresini horozun tohumlaması gereklidir. Böylece iki zıt hücrenin birbirine girmesi civciv yetişmesi için ilk adım olur.
 
Zıtları birleştirilmiş yumurta önce ikiye sonra dörde, ..... vb. parçalanarak çoğalır. Bu ilk çoğalış aynı hücre tiplerinin sayıca artması ve birikmesi olur. Sonra çeşitli basamaklara ayrılmış 'sıçrama'larla hep birbirine benzeyen organlardan civciv hücreleri oluşur.
 
Yumurta içinde kısa zamanda görülen bu değişiklikler, doğa içerisinde tek bir hücrenin yüz binlerce yılda geçirmiş olduğu gelişmelerin özetidir. Sonunda, bildiğimiz civciv bütün organlarıyla oluşmuştur. Ne ki, civciv gene yumurtanın içindedir. Civcivin ortaya çıkması için bir sıçrama daha gereklidir. Yumurtanın kabuğu delinmezse, içindeki yavru ölebilir. Birikim bir süre başarılmadıkça sıçrama gerçekleşmez. Ama birikimin ardından sıçrama gelmezse bütün gelişim boşa gider. Kabuğunu yaramayan civciv cılk olur, ölür.
 
Hiç cılk olan bir yumurtayı kırıp da baktınız mı? Ne iğrenç kokuyor değil mi?

1 Ocak 2010 Cuma

İYİLİK ÜZERİNE

William Saroyan demiş ki: "Herkes -kendi gördüğü şekliyle- kötü bir dünyada yaşayan iyi bir insandır." Bir de "Karşındakini parmağınla göstererek iyi ya da kötü olduğunu söylerken diğer dört parmağının da kendine dönük olduğunu unutma!" diyen bir atasözü vardır. Bu iki sözü bir arada kullanıp düz mantıkla olaya baktığımızda "kötü" kavramının sonunu getiririz. Öyle ya "kendini dört kez iyi kabul eden insan karşısındakilerin bir kez olsun iyi olduğunu kabulleniyor" demektir. O halde derdimiz nedir? Her şeyin güllük gülistanlık olması gerekmez mi?
 
Önce, hiçbir sağlıklı insan yaptığı herhangi bir işi "yanlış yapıyorum" diye yapmaz. Yaptığı işin yanlışlığını sonradan fark ederek düzeltir ya da düzeltmez o ayrı konu. Ama bir işi yapmadan önce ya da yaparken "doğru" olduğunu tahmin ederek yapar. Böyle olduğunda; herkes kendine göre "iyi"sini yaparsa "kötü" kalmaz demektir.
 
Bu durumda "kötülük" denilen olgu, acaba UFO'larca uzaydan mı getiriliyor? Ya da Van Gölü Canavarı gibi denizlerin dibinde saklanıp canı sıkıldıkça ortaya mı çıkıyor? Hiçbiri değil. Ayaklarımızı yere basarak doğru tahliller yaparsak görürüz ki "iyilik" de, "kötülük" de "insanların" eseri. Elle tutulup gözle görülmeseler de sonuçları bütün insanlığı yakından etkileyen bu çok geniş boyutlu iki kavram üzerine kitaplar yazılmıştır. Daha da yazılacaktır. Burada üzerinde durmak istediğimiz yan; bu kavramların insan topluluklarının yaşamına nasıl girdiği, onları nasıl etkilediği.
 
Toplumların ekonomik ilişkileri içerisinde "DURUMLARI ve ÇIKARLARI" birbirine taban tabana zıt iki ayrı insan kümesi vardır ki, işte sorunun asıl kaynağı buradadır. Bu kümelerden bir tanesi diğerinin üzerindeki egemenliğinin sürmesini ötekisi de kalkmasını ister. Bunun savaşı yapılır. İşin şaşılası yanı, bu savaş mertçe yapıldığında ortaya 'kötülük' diye bir olgu çıkmaz. Savaşın adı konmuştur. Taraflar saflarını bilirler. Ona göre davranırlar. Ama gelgelelim bir taraf diğer tarafı arkadan ya da içerden vurmaya kalkınca işin rengi değişir. Ortalığı bir toz duman sarar ki göz gözü görmez. Kan gövdeyi götürür. "Kötülük" Canavarı ortaya çıkar.
 
Bu insan kümelerinden birisi diğerine ait olan hemen her şeyi, başta emek gücü olmak üzere inançlarını, düşüncelerini, kültürünü, duygularını, cinselliğini, yaşını, güzelliğini, engelliliğini sömürmek ister. Diğeri de bu davranışa gücünün yettiğince karşı koyar. Savaşır. Ya da koyamaz. Alabildiğine sömürülür.
 
Bir de bu kümelerin dışında 'iki cami arasında beynamaz' başka kümeler de vardır ki bunların hâli daha bir içler acısıdır. Ne zaman, hangi durumda, kimden yana tavır alacaklarını bilemediklerinden 'deli danalar' gibi oradan oraya koşturup dururlar. Özenti içinde olduklarından ne 'örs' olurlar ne 'çekiç'. Ezildikleri halde ezenden yanaymış gibi görünüp onların "çanak yalayıcılığını" yapmaya çalışırlar. Onu da beceremeyip yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Öylesine onursuzca yaşayıp giderler.
 
"İyilik" kavramı da garibim, bunların haline bakıp bakıp boyun büker. Sahi yazının başlığını "İyilik Üzerine" koymuştuk değil mi?

BEDEL

Her şeyin bir 'bedel'i vardır. Mutlaka ödenmesi gerekir. Ve ödenir de. Öyle ya da böyle. Şu ya da bu biçimde. Kendisi ya da başkaları tarafından. Önceden ya da sonradan. Mutlaka ödenir.
 
Günümüz toplumlarında (ne yazık ki) 'para' ile ölçülür oldu ya her şey, 'bedel' deyince de önce 'parasal karşılık' gelir oldu, aklımıza. Oysa sadece 'para' değildir bedel; elde edilen ya da elde edilmek istenilen 'şey'in karşılığında vazgeçmiş olduğumuz, bize ait olan başka bir 'şey'dir. Emektir, güçtür, zamandır, sağlıktır ve benzerleridir.
 
"Bedeli daha düşük ödemek" kavramı ekonomi bilimini yarattı. 'Nasıl olur da aldığımızdan daha azını verebiliriz?' sorusuna cevap arandı durdu tarih boyunca. Bu açıdan baktığında; zaman zaman çok yanıldı ekonomi bilimi. Yanıldı ve yanılttı. Yanlış anlaşıldı. 'Bedavacılık' rağbet gördü. 'Başkalarının sırtından kazanmak' matah sayıldı. Bedelini ödemeden kazananlar el üstünde tutuldu. "İnsanın insanı sömürmesi" ya da -başka bir deyişle- "kulun kula kulluğu" kavramları çok canlar yaktı.
 
Oysa, her şeyin ödenmesi gereken bir bedeli var! Biz ödemezsek eğer, başkaları öder, bizden sonraki kuşaklar öder. Hem de şimdiki değerinin çok üstünde bir değerle. Bizden önceki kuşakların ödemediği 'bedel'i şimdi bizim ödeme durumunda oluşumuz gibi.
 
"Trafik Cinayet"lerinde küçük bir ihmal ya da kurallara uymamanın bedeli, canından olmak veya ömür boyu sakat kalmaktır. Çok kişi cehaletin ya da bir ihmalin sonucu bebekliğinde yaptırılmayan "çocuk felci" aşısı yüzünden; belki tekerlekli sandalyeyle belki de koltuk değnekleriyle yaşar. Yine bir "bedel"i ömür boyu öder. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hepsi de 'para' ile karşılanamaz 'bedel'dir. Bir ya da birkaç kişinin hatasının, sorumsuzluğunun, vurdumduymazlığının 'bedel'ini başkaları öder.
 
Bir de gerçek değeri ödenilmeden kazanılmış 'şey'ler vardır. Halkımız bunun için güzel bir deyim bulmuştur: "Haydan gelen huya gider" der. Uğrunda gerekli mücadele verilmeden diğer bir deyişle sindire sindire kazanılmamış haklar, örneğin "Kadın Hakları" bunlardan birisi. Gerçi "Deveye boynun niye eğri" diye sormuşlar o da "nerem doğru ki" diye yanıtlamış. Ama bu konu, özellikle Türkiye'nin kanayan yarasıdır. "Kadın Sosyal Sınıfımız"a birçok ileri Avrupa ülkesinden önce verilmiş(!) bu haklar bırakın uygulanmayı bir çok kişice bilinmemektedir dahi. "Hak verilmez alınır" özlü sözünü haklı çıkarmaktan başka bir işe yaramamaktadır."

OLANI OLDUĞU GİBİ GÖRMEK

 
Olanı, olduğu gibi görmek gereklidir. Çoğumuz "ben böyle yapıyorum, zaten" deriz, ama pek azımız yaparız bunu. Hep olmasını düşlediğimiz dünyada yaşamaya uğraşırız. Uğraşırız da.. Yine çoğumuz, bu 'olmasını düşlediğimiz' dünyada yaşamak için hiç bir şey yapmayız. Hep başkalarından bekleriz. Okumayız, düşünmeyiz, öğrenmeye çalışmayız, sorgulamayız, tartışmayız, bildiklerimizi başkalarına aktarmayız. Kısacası 'düşlediğimiz dünyada yaşamak' için mücadele vermeyiz. Ondan sonra da isyan ederiz. Dünyanın kötülüğünden, gittikçe batağa sürüklendiğinden, bizi kimsenin anlamadığından falan dem vururuz.
 
Ya da bir başka türlüsünü yaparız. Elimizi eteğimizi çekeriz dünyadan. Yarısı dolu su bardağına 'yarısı neden boş' diye kızarız. 'Yaşamak o kadar önemli miymiş, niye gelmişiz ki bu dünyaya, getirirken bize sormuşlar mı' der, küseriz yaşama. Kendimizin ve çevremizin sorunlarıyla savaşmaktan, onları çözdükçe alınan mutluluktan habersizce yaşar gideriz.
 
İkisi de aynıdır. Aynı ölçüde tehlikelidir. Çünkü 'insandır' söz konusu olan. Ve insanların bir araya gelerek yarattığı 'toplum'dur. Her insan, önce 'çevre yaratığı'dır. İçinde yaşadığı toplumdan öğrendikleriyle büyür. Sonra 'çevre yaratıcısı'dır. Herkesin iyi kötü bir çevresi vardır, ailesi vardır, arkadaşları vardır. İşte, insanın içinde bulunduğu şartlar karşısında takındığı tutum, aldığı tavır onun hem kendisini, hem çevresindeki insanları etkiler.

BAŞLARKEN

Daha önceleri çeşitli ortamlarda yayımlanmış olan yazılarımın, buraya uygun olanlarını güncelleyerek bir arada tutmayı düşledim..
 
Tabii yeni yazılar da olacak.. Başka şeyler de olacak.. Daha da dolacak içi.. Hep beraber yapacağız bunu..

Bilgisayarımın başında olduğumda hep açık olacak bu blog..
 
Hadi hepimize iyi BAbloglar.. :)