15 Mayıs 2011 Pazar

Birey-Ben-Biz-Onlar

Şu "birey" sözcüğüne bir türlü ısınamadım. Bunun nedenlerinden ikisi; birden çok anlamının bulunuşu ve herkesin kafasına göre istediği anlamda kullanıyor olması gerek sanırım.

"Kişi" sözcüğünü ya da "kendin olmak" deyimini tercih ederim. Hani bir şarkının sözlerinde geçer ya:

"başkası olma kendin ol
böyle çok daha güzelsin"

Buradaki bütün soru/n: "kendin olma" nasıl becerilecek?

Bunun yanıtı hem çok basit, hem çok zor!

Yaptığın bütün işlere kendinden bir şeyler katılacak! Bunun için de, her şeyden önce kendinde bir şeyler olacak! Yani başkalarından özentiyle ya da emaneten alınan düşünceler yerine; kendi çabanla ürettiğin, kendine özgü düşüncelerin olacak! (Elbette bu; "başkalarının düşüncelerinden yararlanılmayacak" anlamında değil, tam tersine onların düşüncelerini kendi beyninde sentezleştirip kendine ait ve başkalarıyla paylaşabileceğin, başkalarına karşı savunabileceğin yeni bir 'düşünce'nin ortaya çıkmasıdır.)

* * *

"İnsan, sosyal hayvandır", deriz.. Robenson Crusoe bile bir süre sonra bir arkadaş buluyor yanına. Kaldı ki, öncesinde hayatta kalabilmek için, yaptığı barınaktan tut, ürettiği yiyecek maddelerine kadar her bişeyi yaşadığı toplumdan (yani -genel anlamda- BİZden) öğrendiği TEKNİKle yapmıştır. Ama bu net çizgilerle ayrışmış değildir.. Hatta bazen çok çok bulanıktır..

Kimi zaman, ONLAR* (berikiler, otorite, oligarşi, egemen sınıf vb.) kendi işine yarayacak elamanları; kurduğu okullarda resmi ideolojisini vererek ÖĞRETerek yetiştirmeye çalışır, BİZin ise bir OKULu yoktur! O yüzden okul dışındaki eğitim ve öğretim araçlarını (medyayı, kitapları; STKuruluşları'nın seminer, konferans gibi etkinliklerini; sanal dünyanın forumlarını, haber gruplarını, bloglarını vb.) kullanarak, ÖĞRETİM işlevini yerine getirmeye çalışır. 1'eyi BİREYleştirir.

* * *

biz: örgütsüz + bilinçsiz elemanlar topluluğu.

BİZ: örgütlü + bilinçli BİREYler..

ben: yukarıdaki "biz"i oluşturan elemanlar..

BEN: BİZ'ce BİREYleştirilecek insanlar!

Burada 5 ayrı kavram var. Ama; hepsi aynı çağda, aynı dünyada yaşıyor! (biz ve ben, birkaç çağda birden yaşamıştır, yaşamaktadır.. Çağdaş anlamda BİZ ise henüz yeterince yoktur! Sadece "BİZİMSİ"ler oluşmuştur.. Dolayısıyla çağdaş anlamda BEN de yeterince yoktur.)

Not: * Buradaki ONLAR ile iki hafta önceki "Onlar ki" blogumda sözünü ettiğim onlar'la karıştırılmaması gerektiğini, taban tabana zıt kavramlar olduğunu ayrıca belirtmeme gerek yok, sanırım.

Not not: Yanlış anlaşılmaya.. Ben de kendimi çağdaş anlamda birey veya BEN olarak görmem.. Her şeyden önce her hangi bir Sivil Toplum ya da Demokratik Kitle Örgütü üyesi değilim.. Öylesine yaşayıp gidiyorum işte..:)

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Şişko Lorenz Eğrisi

Ekşi sözlüğü severim. Zaman zaman aşırıya kaçan argo kullansalar da, anlatılması çok çok zor olan konuları tereyağdan kıl çekercesine basitçe anlatır oranın elemanları..


Lorenz eğrisini şöyle anlatıyorlar: (http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=14982164) "1905 yılında max otto lorenz tarafından geliştirilen eğrinin, amacı milli gelirin ülke nüfusu içinde bölüşümünü açıklamaktır. grafiğin dikey ekseninde, milli gelirin toplamı 5 eşit noktaya ayrılmıştır, her nokta milli gelirin 5'te birini yani %20'sini temsil eder. yatay eksende ise toplam nüfusun %20'lik paylara bölünmüş hali bulunmaktadır. grafiğin 0 noktasından 45 derece açı ile "tam eşitlik doğrusu" geçer. bizim lorenz eğrimiz bu tam eşitlik doğrusundan ne kadar uzağa yayılıyor ise, gelir dağılımımızdaki eşitsizlik o kadar çoktur. eğri tam eşitlik doğrusuna yaklaştıkça adaletli gelir dağılımına yaklaşılıyor demektir."


Yani "Bu eğri, yatay eksene doğru ne kadar dobişkoysa :p (dikey eksene doğru olamaz zaten!) gelir dağılımı o kadar bozuk demektir" sonucunu çıkartabiliriz buradan.


Yurdum eğrisini çizmeye gücüm yetmez! İlkin güncel ve doğru rakamlar gerekir. İkincisi çok çarpıcı bir grafiğin ortaya çıkması korkutur beni.. Ama epeyce şişman olduğu açık.. Zaten bunu kâğıt üzerinde görmek değil, pratikte hissetmek gerekir. Hisseden hissediyor da..


İşte bu adaletsizliği kısmen de olsa düzeltmek için; "Toplumdaki diğer kişiler ile eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplara çeşitli ayrıcalıklar (=Herhangi bir konuda, bir kişiye ya da kişilere belirli koşullarla tanınan haklar anlamında) tanıyarak onları destekleme" adı verilen pozitif ayrımcılık veya pozitif haklar denilen uygulamalar yapılır.


Burada çooook ince ayrımlar var. Çünkü; "hak" ile "destek" kimi durumlarda birbiriyle iflah olamaz biçimde çelişir. Aynı yerde olamazlar! Birincisine "hak verilmez, alınır" denilir ötekisi sadece verilir (ya da sağlanır)!


Bir diğer ayrım; yukarıda anlatmaya çalıştığım lorenz eğrisi grafiğine çoğu durumda girmez bu "pozitif hak"lar. O nedenle, grafikle gerçek hayat çelişiyor görülür. "Gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğu bir ülkede isyanlar patlaması gerekiyorken yaprak kımıldamıyor. Nası oluyor bu iş?" diye şaşılarak bakılır çevreye..


"eşit koşullarda yaşamadığı düşünülen belli gruplar"a "destek" uzun zamandır verilir yurdumda. Kimi ürünlerde çiftçiden yapılan destekleme alımlarından tutun, belediye otobüslerinde kullanılan indirimli karta kadar çok çeşitli alanlarda uygulanır. Ustalık; bu desteği hissettirmeden, diğerlerinin yanında rencide etmeden, başına kakmadan, politik hesaplar yapmadan vermektedir.. Bunu da yapsa yapsa "sosyal devlet" yapar.. (O da başka bir blogun konusu olsun..)


Güzel yurdumda 50 yıldır, ülke yönetiminde söz sahibi olanlar; bu durumu çok iyi tahlil edip, kartları çok iyi oynayanlardır. Muhalefetin ise karşısına daha güçlü seçenekler bulmaktan başka şansı yoktur! Bulduğu zaman yer değişirler. Hep öyle olmuştur çünkü.

6 Mayıs 2011 Cuma

Selam Olsun..

Can Baba "aşk olsun sana çocuk" diyordu..

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...

Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Sevim Tüblek de ÖZGÜRLÜK DÜŞLERİ'ni anlatıyor:

dağların zirvesine tırmanıyor denizler
güneşi tutacaklar nice aydınlık yüzler
çıkarın kafeslerden özgürlük düşlerini
umudun yelesinde dalgalansın DENİZLER

yıldızlar aleminin çilekeş yolcuları
sıyırın ufuklardan sıyırın geceleri
çölde çiçek açacak güne bakan filizler
umudun yelesinde dalgalansın DENİZLER

kışta bahar olur mu olunca görecekler
ak kar tanelerinden kızıl şal örecekler
kör olsun haksızlığa kayıtsız kalan gözler
umudun yelesinde dalgalansın DENİZLER


Selam olsun 5'ine de…

5 Mayıs 2011 Perşembe

Onlar ki..

Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye Destanına "Onlar ki" diye başlar..


"Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;"


Bir bölüm sonra, destanın içeriğini anlatır..


"...

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

..."


Şiirin en can alıcı dizeleri daha sonra gelir;


"...

Demir,

kömür

ve şeker

ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilcümle sanayi kollarının

ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir sabah vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.

..."


Ve şiiri bitirir:


"...

Çok sözler edildi onlara dair

ve onlar için:

zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,

denildi."


Görüldüğü üzere buradaki "onlar"; işçilerdir, emekçilerdir.. Ve bugün ONLARIN BAYRAMIdır.

Kutlu olsun!


Şiirin tamamı: http://www.nazimhikmet.info/nazim.hikmet.asp?id=78


Bu şiiri Ruhi Su'dan dinlemek de ayrı bir keyiftir: http://www.youtube.com/watch?v=hPZlEWAKc5Y


1.5.2011

Bloglasak da mı Saklasak?..

"İngilizcedeki "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır." diyor vikipedi, BLOG için.


"Webgünlüğü" de deniliyor.


Okuma-yazma eylemi ve zamanı planlı kullanma ile arası pek hoş olmayan yurdum insanının "günlük tutmak" gibi bir alışkanlığı olmaması normal! (kendimden biliyorum).. Ama başına "web" ekleyince nedense çok kişiye sevimli geldi.. Normal günlükte olmayan şeyler oluyor burada. Düşüncelerini yüzlerce kişiye aktarıyor olmak, onlarla duygudaşlık yapmak vb. blogcuları heyecanlandırıyor.


Ancak, milyonlarla ifade edilen ilgili olduğundan, ne biliim, görece yeni oluşundan falan henüz oturmuş değil kuralları. Tartışılan çok yanı var.. Örneğin, MB'de farenin sağ tuşunu kullanamıyorsun, blogunun yayımlanabilmesi için editörlerden OK almak durumundasın, kategorilerle belirlemek zorundasın vb. Bunların hem olumlu, hem olumsuz yanları var.

Herkesin gönlünü hoş tutmak kolay değil! Hele yüzler, binler söz konusuysa imkânsız!


**


Mart başında yayımladığım "Blog Üzerine Blog"da "... Eski yazıları ve/veya yazılarımı biraz uğraşarak da olsa bir "search"la bulabilmek olanaklı. Güzel bişey bu! "Blog"lar da aramayı çabuklaştırmak açısından yardımcı olabilir. Konu hakkındaki bilgi/leri bloglarda tutmak ve gerektiğinde anımsamak daha kolay.." demiştim.. Henüz bu amaç üzerine bir blog yapabilmiş değilim ama tarayıcıların "Sık Kullanılanlar (My favorites)" çubuğu ve PC'mdeki ilgili programlar şimdilik işimi görüyor.


PC'lerde yapılacak bir şeyin pek çok yöntemi oluyor. Bu da o yöntemlerden birisi olabilir. Yazılar dışında resimler, sevdiğimiz müzik ya da video dosyaları, vb. ya da bunların linkleri yer alabilir.


Zaten facebook benzeri sosyal paylaşım siteleri bu sistemle çalışıyor. Bir alternatif..


**


Başlık ile ilgisizmiş gibi görünse de, yineleme gereği duyduğum bir konu da; benim bildiğim, sanal dünyada (aslında reelinde de) her durumun "yeri" ayrı.. Kısaca, -ağırlıklı olarak- blog da yorum, forum da tartışma, chat ortamında sohbet, vb. yapılır. Blog sitesinde polemik yapmayı, -söz gelimi- ayakkabı saklama kutusuna turşu kurmaya ya da eczanede ekmek satmaya benzetiyorum. Üçü de olmaması gereken şey!


"Taş yerinde ağırdır." denir.. Öyledir de..


Hepimize iyi saklamış/saklanmış bloglar dilerim..


24.4.2011

Ön ve Bön Yargı

Otobüs yolculuklarında, öğrenci yurtlarında ve benzeri yerlerde koyu bir muhabbetin anahtar kelimesi: "Nerelisin hemşerim?"dir! Muhabbetin ortalarına doğru elemanların akraba çıkma olasılığı bile vardır. :D Aradan zaman geçtikten sonra çok şey yerli yerine oturur; ilk başlarda olan önyargılar kırılır ya da tam tersi ilk başlarda az olan önyargılar yerleşir iyice.


Bu "Nerelisin hemşerim?" sorusunda gizil bir BÖNYARGI da vardır: "Falan yerden adam çıkmaz" bönyargısıdır bu.. Veya "Bana arkadaşını söyle; sana kim olduğunu söyleyeyim" gibi filozofumtrak tavırlar takınmamıza yardımcı olur.. Doğruluk payı da yok değildir ama bu tür genellemeler çok çok çok bilgi ve dikkat gerektirir.


O "çok çok çok bilgi" -karşılıklı olarak- olursa, olumsuz önyargılar/bönyargılar kendiliğinden kalkar zaten..


***


Önyargının tanımını; "Bireyde başka bireylere, toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan, koşullanmış bir duygusal tutumu yansıtan yalınkat inanç, kanı, genelleme." diye yapıyor TDK..


Einstein da, önyargıya ilişkin "İnsanların ön yargılarını parçalamak, bir atomu parçalamaktan daha zordur." demiş.


Yukarıda sözünü ettiğim, "karşılıklı ve eşit, çok çok çok bilgi" bunun tek ilacıdır ama onu elde etmenin ve kullanmanın yanında atomun parçalanması çocuk oyuncağı kalıyor.


Önceki bloglarımda, özellikle "Ayrımcılık Üzerine" ve "Beriki(ler) - Öteki(ler)"de yukarıdaki tanımda sözü geçen "birey, başka bireyler ve toplumsal kümeler"in epeyce üzerinde durmuş, belirginleştirmeye çalışmıştım. Burada benzer cümleler kurmak istemiyorum.


Yine tekrarlayayım: Bilgi, karşılıklı ve eşit, yani "dengede" olmalıdır. Bilgide/bilimde denge yoksa (b)önyargı her zaman vardır! Ve bir kez varsa kimde olduğu da o kadar önemli değildir!


Sanırım güncele uyarlanmış bir fıkrayla bitireyim:


Adamın biri New York Central Park'ta yürüyüş yaparken, aniden bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir boğuşmadan sonra, üzeri yara bere içinde kalır ama köpeği öldürür. Bu arada küçük kızın da hayatını kurtarmıştır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir. Sarılıp teşekkür ettikten sonra der ki:


- Sen bir kahramansın! Yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak:


"New Yorklu cesur bir genç, küçük kızın hayatını kurtardı!"


- Ama ben New York'lu değilim ki!


- Fark etmez. Bu durumda o zaman gazeteler şunu yazacaklar:


"Cesur bir Amerikalı, küçük kızın hayatını kurtardı!."


- Ama ben Amerikalı da değilim.


- Yine fark etmez. O zaman da gazeteler şöyle yazarlar:


"İnsanlık ölmedi. Bir genç, küçük kızın hayatını kurtardı!"


- Peki, sen nerelisin?


- Ben Iraklıyım!


Polis kızı hastaneye götürür. Adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir haberle karşılaşır:


"Radikal bir İslamcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü…"


17.4.2011

10 Nisan 2011 Pazar

Yaşamak İçin.. IV.


Bu dizinin 3. Bölümünü şöyle bitirmiştim:

" ...Günümüz tıp bilimi yakın akraba arası evliliklerin ve ensestin, tedavisi olanaksız hastalıklarla gelecek kuşakların sağlıksız/dejenere/yoz kuşak olacağını kanıtlamış. Ama ilkel insan, bunu acı acı yaşayarak da olsa pratikte görmüş. Ve "tabu"lar ile yasaklamış!

Oysa gelişmiş insan, yine acı acı yaşayarak, üstelik kendi yarattığı trafiğin kazalarını ya da nükleer santrallerin deprem ve tsunamiyle oluşan cehennemini önleyemiyor, aciz kalıyor.

Bir yerde bir hata var ama nerede?"

Aslında hatanın yeri belli. Ama düzeltilmesi ya da ortadan kaldırılması çok çok çok zor olduğu için; yüzüğünü karanlık bir samanlıkta kaybettiği halde, aydınlık olan samanlık dışında arayan Nasreddin Hoca gibi başka başka yerlere bakıyoruz. Tabiî bulamıyoruz!

Bildiğimiz gibi, insanın insanla olan çelişkisi, çatışması, mücadelesi ve savaşları aslâ bitmiyor/sona ermiyor. Bir sonraki aşama olan; yalnızca doğa ile çelişme, çatışma ve savaşım aşamasına geçilemiyor.. İşte bu aşamaya bir geçilse, insanoğlu/kızı; tüm enerjisini doğayla yaptığı savaşına harcayacak ve kazanacak; bu tür kazaların, cehennemlerin olmadığı bir evren yaratacak.

Bu çatışma (insan/lar x insan/lar), sosyal SINIFLI TOPLUM çağıyla nitelik değiştirdi. Sömürü çağı başlamıştı artık.. Yaklaşık 6500-7000 yıl öncesinden bu yana yaşıyor tüm dünya. İnsanların doğayla yaptıkları savaşımın yanı sıra kendi aralarında yaptıkları, zaman zaman alabildiğine acımasız, alabildiğine sinsi, alabildiğine kan dökülen savaşlar; bazen Tarihin tekerini hızla döndürürken bazen de olması gerekenden daha yavaş dönmesine neden oluyordu. Ancak, bunun muhasebesi hiç bir zaman yapılamayacaktır!

Neyse.. Marks'ın deyimiyle "Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur" deyip geçelim.

Yine geçen bölümde sözünü ettiğim "düşünce + araç + toplum üçlemesi" bu kez "ÜRETİM + BÖLÜŞÜM (Dağıtım + Değişim) + TÜKETİM" üçlemesi olarak karşımızdadır. Toplum biçimlerinin değişiminde ve gelişiminde bu üçlemenin yarattığı ivmeyi her zaman görürüz. Her birinin gelişimi bir diğerini tetikler. En sonunda toplumun kendisini değiştirir..

Burada önemli olan; her birimin kendi içinde eşit ve diğerleriyle dengeli olarak nicelik kazanmasıdır. Yani.. Örneğin, bir tarlada karasabanla çift sürülürken, yandakinde biçerdöverle ürün kaldırılıyorsa orada bir eşitsizlik ve sorun vardır.. Yine, asgari ücret alan sendikasız işçilerin tavan yaptığı bir ülkede küçük bir azınlık krallar gibi yaşıyorsa bir dengesizlik ve sorun vardır..

Trafik kazalarında ya da nükleer santraller vb.deki sorunlarda da aynı gerçeği görmek için biraz dikkatli bakmak yeterlidir. Gerçi her bir olayı kendi içerisinde, genelleme yapmadan değerlendirmek gerekir ama.. Otoyolda at arabası gitmez! Giderse kaza olur. Bu kadar basit.. Yine süper depremlerin yaşandığı Japonya'da nükleer santral kurmak hangi akla hizmettir?

5 Nisan 2011 Salı

Sanal Dünyam benim..


Yaşı uygun olanlar bilir..


"Ne yeşil ne siyah ne toz pembedir

Mavi dünyam benim ömre bedeldir" diye başlayan güzel bir şarkı var.


Şimdilerde yazılsaydı o şarkının sözleri:


"Hem yeşil hem siyah hem toz pembedir

Sanal dünyam benim ömre bedeldir" diye olabilirdi.


***


Gerçi bir yerlerde "sanal dünya"yı mağara duvarlarına çizilen resimlerden başlatmıştım ama bugün yaygın kullanılan anlamı ile ele alıyorum.


Yıl 1968.. Dünya üzerinde İnternet ve PC henüz yok! Arthur C. Clarke'ın ünlü eseri 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Destanı), Stanley Kubrick tarafından filme alınır.


Kitapta şöyle bir bölüm var:


"… Oturup bir şeyler okumaktan başka yapacak bir şeyi olmamasına rağmen, vaktini değerlendirmek için yapacağı birkaç şey bulmuştu. Resmi raporlar, taslaklar ve tutanaklardan sıkıldığında, büyük dosya kâğıdı boyutundaki haber bloknotunu geminin bilgi devrelerine bağlayıp Dünya'dan son haberlere göz atabilirdi. Dünya'nın en büyük gazetelerini teker teker çağırabilirdi. En önemlilerinin kodlarını ezbere biliyordu, bu yüzden bloknotunun arkasındaki listeye bakmasına gerek yoktu. Gösterim biriminin kısa sureli hafızasını açarak, on sayfayı açık tutabilir, bu sırada başlıklara ve ilgilendiği konulara göz atabilirdi. Her birinin kendine ait iki haneli bir kodu vardı. Bunları tuşladığında posta pulu büyüklüğündeki bir dikdörtgen, tüm ekranı kaplayıncaya dek genişler ve Floyd bunu rahatlıkla okuyabilirdi. Bu işlemi bitirdiğinde, ana sayfaya geri dönebilir ve daha detaylı araştırma için yeni bir konu seçebilirdi.


Floyd bazen haber-bloknotunun ve onun ardındaki müthiş teknolojinin insanoğlunun kusursuz iletişim arayışında attığı son adım olup olmadığını merak ediyordu. Uzay derinliklerinde, saatte binlerce mil hızla Dünya'dan uzaklaşıyordu ama yine de birkaç mili-saniye içinde istediği herhangi bir gazetenin başlığını görebiliyordu…"


Bilim-kurgu böyle bir şey işte.. O zamanlarda düşlenen e-gazetenin çok daha gelişmişi yıllar sonra hayatın vazgeçilmezi olabiliyor.


Elbette "sanal dünya" e-gazeteyle sınırlı değil. Chat, forum, blog, haber grubu ortamları, sosyal-paylaşım siteleri ve akla gelen/gelemeyen her konudaki web siteleri (bazen de hepsinin bir arada olduğu ortamlar) kullananların -şimdilik- iki duyusuna (görme ve işitme) hitap ederek dünyalarını değiştiriyor! :)


Tabii buraların da kendine göre kuralları, yolu/yordamı/yöntemi var. Ama bunlar oturmuş değil. :( Forumda yapılması gereken bir tartışmanın, chat ya da blog ortamında yapılması beklenmemeli. Aynı şekilde sosyal paylaşım sitelerinde iki kişiden başkasını ilgilendirmeyecek konuların Duvarlara yazılmaması gerekir, gibi.


Ama bu dünyanın henüz bir okulu olmadığı için, çoğu hataları hoş görmek durumunda olmak gibi bir durum var. Ayrıca herkesin benzer hataları yapabileceğini düşünürsek, karşıdakinden de aynı hoş görüyü beklememiz gerekir. Burada kullanıcı bilgisi, yaşı (hem reel, hem sanal) vb. şeyler giriyor devreye.. Karışık işler yani.. :D

30 Mart 2011 Çarşamba

Yaşamak İçin.. III.

İnsanoğlu/kızının 'yaşamak için' yaptığı yolculuğunu devam ettirelim..

İNSANIN TOPLUMSALLIĞI

Elbette insan, tüm bu gelişmelerde tek başına değildi. Hiçbir zaman ‘Robinson’ olmadı. İnsanı insan yapan özelliklerden birisi ve en önemlisi: Toplumsal Yaratık olmasıdır. Üstelik toplum yaratığı ve aynı zamanda toplum yaratıcısıdır da. İnsanın bu durumu, yani toplumsallığı; TOPLUMSAL İLİŞKİLER’i ile gerçekleşir. Bunlar ikiye ayrılır: Maddî ve manevî ilişkiler.

MADDÎ (SOMUT) İLİŞKİLER: Alet/araçlarla yapılır. Belirleyici/etken ilişkilerdir. Üretim + Dağıtım + Tüketim araçları kullanılır.

MANEVÎ (SOYUT) İLİŞKİLER: Düşüncelerle ilgilidirler. Belirlenen/edilgin ilişkilerdir. Duygu + Düşünce + Dilek ilişkileridir.

İnsan tanımında kullandığımız DÜŞÜNCE + ARAÇ + TOPLUM üçlemesi yaşamın tüm alanlarında diyalektik bir bütünlük içerisinde karşımızdadır. Bu içiçelik sentez durumundaki ‘doğayı değiştirmek/üretim’ konusunda daha da belirginleşir;

TOPLUMSAL İNSANIN DOĞAYI DEĞİŞTİRMESİ:

Canlı organizmalarla doğa arasında yaşam süresince yapılan bitmez tükenmez madde alışverişi; doğayı değiştirmektir. Bu eylemin İNSAN tarafından ve bir takım ARAÇlar yardımıyla yapılması ÜRETİM’dir. Hiçbir hayvan bu anlamda (yani araçlar kullanarak) üretim yapamaz. Böylece insan, doğayla yaptığı savaşı kazanır ve ona egemen olur. Ayrıca,

  1. Hayvanlar, doğa ile madde alışverişlerini yalnızca organları ile yaparlar. İnsan ise düşünerek geliştirdikleri aletler yardımı ile yapar. Maddî ilişkiler içerisinde bulunduğu toplum; kuşaklar boyu geliştirdiği üretim araçlarını ve üretim yöntemlerini manevî ilişkiler yardımıyla insana sunar. Bu ‘Toplumun insanı yaratması’ demektir. İnsanın ise toplumdan aldıklarını ‘beyin süzgeci’nden geçirdikten sonra kendine ve topluma yarayışlı duruma getirmesi ‘yaşamını sürdürebilmesi’ için koşuldur.


  1. Hayvanlar doğaya pasif olarak, insanlar aktif olarak uyarlar. Çünkü; insanı çeşitli araçlar, yöntemler, gelenek ve görenekler, dil ve düşünce biçimleriyle donatmış olan toplum, onun doğayı değiştirerek kendisine yarayışlı bir duruma getirmesini sağlar. Hayvanlarda ise, bu kadar ayrıntı hiçbir zaman olmadı!

İNSANIN KİŞİLEŞMESİ

Konuyu şimdilik bitirmeden, insanın toplumsal yaşamda kişilik kazanmasına ve varlığını yozlaştırmadan sürdüre gelmesine neden ve gerekçe olan olgudan söz açmalıyız:

Toplum yaşamındaki ilk ve belki de en önemli düzenleme; cinsel ilişkiler üzerine kurulmuş.
Günümüz tıp bilimi, yakın akraba arası evliliklerin ve ensestin, tedavisi olanaksız hastalıklarla gelecek kuşakların sağlıksız/dejenere/yoz kuşak olacağını kanıtlamış. Ama ilkel insan, bunu acı acı yaşayarak da olsa pratikte görmüş. Ve "tabu"lar ile yasaklamış!

Oysa gelişmiş insan, yine acı acı yaşayarak, üstelik kendi yarattığı trafiğin kazalarını ya da nükleer santrallerin deprem ve tsunamiyle oluşan cehennemini önleyemiyor, aciz kalıyor.

21 Mart 2011 Pazartesi

Yaşamak İçin.. II.

Geçen hafta diyalektik düşünce sisteminin ilkelerini anlatmış, doğadan bir örnekle konuyu bağlamıştım. İnsanoğlu/kızının "yaşamak için" atıldığı serüvenine devam edelim.

Ancak, yazının ilk hali eski olunca doğal olarak kaynaklar da eski oluyor. Alıntıladığım bölümler, bire bir internet üzerinde yok. :( Ya da ben bulamadım.. Neyse..

Öykümüz yeryüzü üzerinde, 15 milyon yıl önce; havanın, suyun, toprağın, yanardağların, ormanların, düzlüklerin olduğu, çeşitli tür canlıların yaşadığı dönemlerde başlar. "... Çoğu kez bu hikâye anlatılırken, önemli gelişmeler birbiri ardına dizilir: Sanki biri biterken diğeri başlamış gibi. Bu yanlış yorumlara yol açabilecek bir üslûptur"[1] biçimindeki açıklamadan sonra öykümüzü sürdürebiliriz:

1- Düzlüğe Çıkış:

"... Bundan, aşağı yukarı onbeşmilyon yıl önce iklimin, onların aleyhine döndüğünü biliyoruz. Bu yüzden, içine sığındıkları ormanlar adamakıllı azalmıştı. İlk maymunlar şu sorunla karşı karşıya kalmış bulunuyorlardı demek: Ya eski ormandan ne kaldıysa ona yapışıp durmak, ya da cennet bahçesinden kovulmayı göze almak. Şempanzeler, goriller, orangutanların ve gibonların (uzun kollu küçük maymunlar) ataları oldukları yerde kalmış ve bu yüzden sayıları da giderek azalmaya yüz tutmuştur. Bunlar dışında kalan tek maymun türünün, çıplak maymunun ataları ise ormanı bırakıp gitmişlerdir. Bunu yaparken de düzlükte yaşayan ve kendilerini bura koşullarına uydurmuş olan öteki hayvanlarla çatışmayı da göze almışlardır. Bu, tehlikeli bir maceraya atılmak demekti. Ama gelişmelerindeki başarıyı göz önüne alacak olursak, sonunda kazançlı çıktıklarını kabul ederiz."[2]

2- Ayağa Kalkış:

Ormandan ovaya inen çıplak maymunun ataları, yeni ortama ayak uydurabilmek için daha güçlü olmak zorundaydı. Bu da gerekli organların gelişimine, doğaldır ki gereksizlerin körelmesine yol açtı.

"... Gözleri kuvvetliydi, tuttuğunu koparabilen ellere sahiptiler. İleri bir hayvan türü olduklarından, toplumsal sayılabilecek bir düzenleri de vardı. Koşullar onları et yiyicilik yeteneklerini geliştirmeye zorlayınca birtakım hayatî değişikliklere uğramakta gecikmediler. Daha dikey, dolayısıyla daha hızlı ve iyi koşucular durumuna geçtiler. Elleri, artık yürümeyi sağlayan bir organ olmaktan çıkıp serbest kalınca, etkili ve güçlü silahlar taşır oldular."... "Bütün bu olaylar birbirini izleyen bir dizi şeklinde olmuyor hepsi bir arada gelişiyordu. Önce bir alanda sonra diğerinde belli belirsiz birtakım ilerlemeler kendini gösteriyor, her biri ötekinin gelişmesini zorunlu kılıyordu."[3]

3- Alet Yapış:

"... Yürümek gereksinimi iki ayağıyla giderebilen insanın, elleri, alet yapabilmek için serbest kalmıştır."[4]

4- Düşünmek:

Bu arada, ikinci maddedeki gelişim-körelim devam eder. Ayağa kalkan hayvanda kafanın yalnız alt kısmı için sağlam kaslara gerek kalır. Kafatasının üstündeki kaslar kullanılmaz. Kullanılmadığı için zamanla küçülüp kaybolur ve beynin gelişmesi için yer açılır. Ayrıca;

5- Alet Yaparak Düşünmek:

"... Zamanla daha fazla kullanmak durumunda kaldığı aletleri oluşturup geliştirebilmek için insan, beynini güçlendirmek gereksinimini giderek daha fazla duymuştur. Böylece alet kullanımı insan beyninin büyüyüp güçlenmesinin, bugünkü düzeye erişmesinin temel nedeni olmuştur."[5]

6- Düşünerek Alet Yapmak:

"Alet yapma; öğelere ayırmayı, amaç açısından önemli öğeleri seçmeyi sonra da bu önemli öğeleri yeni bir oluşum içerisinde birleştirmeyi gerektirir"[6]

Bu da ancak düşünülerek/soyutlayarak başarılır.

"... ağaç üstünde ya da altında, çok farklı büyüklük ve biçimde, çeşitli küçük dallarla, yapraklarla donanmış, her biri kendine özgü dalların oluşturdukları kümeden hayvanlara karşı kullanılabilir dal kavramı çekilip çıkarılmaktadır. Önceleri böyle bir dal, belki üzerindeki küçük dallardan sıyrılarak (soyutlamada pek ileri gidilmeyerek) kullanılmaktadır. Sonra soyutlama geliştirilmekte mızrak, ok, yay kavramına varılmaktadır."[7]

Böylece insanı, diğer canlılardan farklı kılan, onlara üstünlük sağlatan özellikler, yavaş yavaş gelişir. Burada unutulmaması gereken nokta, bu gelişimin milyonlarca yıl almış olmasıdır.


[1] (MORRIS, Desmond): Çıplak Maymun (Sander Yayınları, Dördüncü Baskı, 1980-İstanbul) s. 22
[2] Agy. s. 20-21
[3] Agy. s. 22-23
[4] (BULUTAY, Tuncer): Rasyonalite ve Belirsizlik Üzerine (AÜSBF Dergisi Cilt XXXVII Eylül-Aralık 1982) s. 47
[5] Agy. s. 48
[6] Agy. s. 48
[7] Agy. s. 48-49

13 Mart 2011 Pazar

Yaşamak İçin.. I.

"Eski evi tamir ettirmek, yeni ev yaptırmaktan zordur" derler. Blogda da böyle bu! Eski yazıların orasını burasını değiştirip yeni blog yazmak hayli zor oluyor. Üstelik o yazıyı kaynak alıp başka bir yazı yazmışsam, onu da yayınlamışsam şimdi anlatacağım konu "ikinci baskı"ymış gibi gelecek okuyanlara.
Olsun!
Konu önemli! İkinci de olsa, beşinci de olsa önemi azalmaz.. Herkesi, geçmişi, günceli ilgilendiren bir konu.. Defalarca yazılmayı hak ediyor..
İnsan, yaşamını sürdürebilmek için; evren’i açıklamak ve değiştirmek zorunda’dır. Bu cümleyi madde madde açalım:
  • Evren = doğa + toplum
  • Doğa: var olan değiştirilebilir her şey,
  • Toplum: ortak yasalarla karşılıklı ilişkiler içerisinde birlikte yaşayan bireylerin tümü,
  • Açıklamak: olayların neden-sonuç ilişkilerini göstermektir.
  • Her olay, kendinden önceki olayın sonucu, kendinden sonrakinin nedeni’dir.
  • Olayları zincirleme gidişi yasalar/kurallarla düzenlenir. Bunlar; kaçınılmaz, sürekli ve her yerde geçerlidir. Ama elbette zaman ve mekâna göre değişim/gelişim gösterebilirler. Yasaları açığa çıkartan/tanımlayansa bilim’dir.
  • Değiştirmek: Bilimi olayların içinde uygulayabilmekle olur.
İnsanoğlu/kızı, yaşamak için, oldum olası, doğa ve toplumu değiştirmektedir. Karnını doyurmak için avlanmasından tutun da yeni yaşamlar bulabilmek umuduyla uzaya açılmasına dek, neslini sürdürebilmek için çocuk yapmasından tutun da çürümüş devlet çarklarını kırıp yerine daha sağlıklı bir mekanizma kurabilmek için, devrim yapmasına ve/veya demokratik yollarla yönetimi ele almasına dek, daha insanca yaşayabilmek için gösterdiği tüm çabaları; evreni değiştirmek’tir.
Ama bütün bunların doğru bir düşünce yöntemiyle açıklanılmadan, içgüdüsel ve bilinçsizce yapılması; insanın zamanla yaptığı yarışta yavaş gitmesine, yerinde saymasına hatta zaman zaman geriye gitmesine neden olmuştur.
Açıklama, yanlış yöntemlerle yapıldığında belirli bir noktadan sonra yetersiz kalmaktadır. Bu noktada devreye "doğaüstü güçler düşü" girer. Ateşe tapan insan, "ateş neden güçlüdür" sorusuna açıklama getiremeyen insandır. Teknolojik gelişimle bu gücün engellenebildiğini ya da kontrol altına alınabildiğini gördüğünde sorusuna yanıt bulmuş olur. Ateşin yeterince güçlü olmadığına iknâ olduğunda onun yerine tapınacak başka nesneler arar.
Neyse.. Konumuza dönelim.. "Zaman ve mekân boyutları içerisinde evrim ve devrimin zincirleme gidişine diyalektik" diyoruz. Bunu da açalım bir parça:
Zaman ve Mekân Boyutları:
Varlıkların dört boyutu (en, boy, yükseklik ve zaman) ancak ayaklarımızı yere basarken anlamlıdır. Yani mekân boyutu olmadığında hiçbir şey ifade etmezler. Olayların dünü, bugünü, yarını ve yeri onları açıklarken kullanacağımız araçların ilkidir. (Zaman boyutu)
Evrim ve Devrim Aşamaları
... önce ZITLIKLAR vardır:
TEZ ve ANTİTEZ
... bir araya gelirler/çarpışırlar:
TEZ + ANTİTEZ = SENTEZ.
Sentez kendini inkâr eder:
SENTEZ <=> TEZ2'ye dönüşür,
Tez2 derlenerek yeterli nicel birikimi sağlar. Nicel birikim (evrim) aynı koşullarda, aynı aşamaları geçiren olayların/maddelerin bir araya gelmesiyle olur. Bir başka deyişle "evrim-devrim iç içe"dir.
Aynı işlemler anti-tez cephesinde de gerçekleşir.
Yine bir araya gelirler/çarpışırlar ve nitel sıçramayla:
TEZ2 + ANTİTEZ2 = SENTEZ2’yi yaratır. (İnkârın inkârı).
Ve bu böyle sürüp gider.
Doğadan bir örnekle konuyu açmaya çalışalım:
- Çocuğun oluşması için tek başına dişi ya da erkek yeterli değildir. İkisinin cinsel birleşmesi, kadında bulunan yumurta hücresinin döllenmesi gereklidir... (ZITLARIN BİRLİKTELİĞİ)
- Döllenen yumurta hücresi kendini inkâr etmiş yumurta hücresidir. Ancak süreç durmaz ve önce ikiye sonra dörde vb.. parçalanarak çoğalan bir hücre olur... (İNKÂRIN İNKÂRI)
- Bu sayıca artış yeterli doygunluğa ulaşana dek sürer. (NİCEL BİRİKİM)
- Çeşitli basamaklara ayrılmış nitelik değişimleriyle birbirine benzeyen hücrelerden organlar oluşur. (NİTEL SIÇRAMA)
Sonuncu nitelik sıçraması bebeğin önceki ortamını inkâr ederek dünyaya gelmesiyle tamamlanır.
Önceki ortamındaki gelişim aşamaları EVRİM’i oluşturur. Doğum olayı ise BÜYÜK DEVRİM’dir.
Evrim, gerekli süre geçmeden devrime varamaz. Ama evrimin ardından devrim gelmezse bütün gelişim boşa gider. Zamanından çok geç ya da çok erken doğan çocuk ölü doğar. Aynı biçimde dışarıdan müdahaleler de çocuğun ölü ya da sakat doğmasına neden olabilir.
Devam haftaya diyelim..

6 Mart 2011 Pazar

Blog Üzerine Blog


Sağ olsunlar, İnternet bilgi otoyolunu aynı zamanda devasa bir arşiv haline getirdiler. Eski yazıları ve/veya yazılarımı biraz uğraşarak da olsa bir "search"la bulabilmek olanaklı. Güzel bişey bu! "Blog"lar da aramayı çabuklaştırmak açısından yardımcı olabilir. Konu hakkındaki bilgi/leri bloglarda tutmak ve gerektiğinde anımsamak daha kolay.. Ve her şeyden önemlisi; ister önceden, ister sonradan "bilgi paylaşımının dayanılmaz keyfi"ne varabilmektir.


"blog konusu bulmak" diye Google'da arama yaptığımda bulduğum sonuçlar yukarıdaki düşünceyi yarattı. Daha önce söylemiş olanlar olabilir. Ama ben görmedim. Dedim ya.. Yeni sayılırım bu alanda, diye.. ;)


Neyse sözü uzatmayayım.. "İlgi Çekici Blog Konuları Bulmak İçin 10 Yöntem" başlıklı yazı ilgimi çekti. Tüm maddeleri değil de çarpıcı bir kaç maddeyi burada paylaşmak istedim..


  • "google gruplarında farklı alanlarda onlarca tartışma bulabilirsiniz. Sadece google grupları arasında gezinmeniz bile bir sonraki blog yazınız konusunda kafanızda bir ampul yakabilir."


  • "Beğenerek takip ettiğiniz bloglar mutlaka vardır. Bu blogların arşivlerinde bir gezinin bakalım. Belki ilham periniz oralarda gizlenmiştir.

Ve tabii ki alıntı yaparsanız, alıntı yaptığınız bloga referans verin. Bu hem blogcular arası nezaket kurallarının gereğidir, hem de blogunuza daha çok okuyucu çekmenize yardımcı olacaktır."


  • "Kendi blogunuza ait arşivleri tarayın. Bulduğunuz yeni yazı fırsatlarını görünce şaşıracaksınız. Yazılarınızın bir kısmı henüz tamamlanmamış, yarım kalmış, geliştirilebilir fikirlerden oluşuyor değil mi?"

Bunlara "forumlar" da eklenebilir. Ben çok yararını gördüm. Halen de görüyorum. ;)


Haydi.. Blog, blog üzerine.. :D

27 Şubat 2011 Pazar

"İşaret Parmağım" Üzerine

"Hayat ve Bilinç Üzerine" adlı blogumda demiştim ya..


"...

Okumayı, yazmayı, doğru düşünüp davranmayı öğretelim diye "eğitim-öğretim/okul, vb." kurumlar icat etmişler..


Bu kurumlar; sadece bunları öğretmekle kalmamış, hayatı kolaylaştırmak için "teknoloji" denilen bilim dalının da gelişmesine neden olmuşlar..


Bu bilim dalı geliştikçe insanların boş zamanları artmış.. Yaşamlarını renklendirmek ihtiyacını hissetmişler.. Sanat, spor vb.. sektörleri uydurup geliştirmişler.. İşte, ancak ondan sonra hayat, resimdeki gibi renkli bir HAYAT olmuş!

..."


İşte buradaki "uydurma" hiç de öyle basite alınacak bir şey değil!


Her şeyden önce kolay değil. "Sanat" taaa mağara çağında duvarlara çizilen resimle başlamış. Sonra "yazı" bulunmuş. İnsanlar duygularını yazı ile ifade etmeyi başarmışlar.. "Edebiyat" demişler buna. 7 sanat dalının içinde yerini almış hemen.. Bunun çeşitli kolları varmış. Şiir, roman, öykü falan..


İşte "İşaret Parmağım" bunlardan biri..


Ama bir özelliği daha var..


Yine o blogumda sözünü ettiğim, "teknoloji"nin en gelişmişiyle yazılmış..


Yazılış öyküsünü Sevgili Oya Tekin, blogunda anlatmış..


İşte bu iki güçlü sektörün bütünleşmesiyle doğmuş bu öykü kitabı. Ve sonuna dek hak ederek almış ödülünü.


Bu başarı Sevgili Dr. Alper Kaya'ya ait. Geçenlerde de 17. Altın Koza'da bir ödül almıştı. Ödüllere doymuyor. ;) Selam olsun, dostum.. Eline sağlık..

Miras

Hiç kimse ama hiç kimse hayata sıfırdan başlamıyor..


Bu denli kesin yargımın nedeni; atadan, babadan kalma tarla, ev vb. 'maddi miras' değil..

Genetik sakatlıklar/hastalıklardan, doğum sırasında ya da bebekliğinde oluşan kazalardan, vb. dolayı bazıları için "yarışa eksiden başlıyor" desek de, konumuz bu da değil şimdi..


Milyonlarca yıldır insanın kendi atalarının kazandığı ve kaybettiği tüm duygular, düşünceler, inanç vb. genetik olarak kodlanmış.. Daha sonra hayatta karşılaşılan olaylar o kodlara yeni biçimler vermiş..


İnsan, büyürken aldığı eğitim, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, tiyatro oyunları vb. yardımıyla -deyim yerindeyse- 'düşünsel genetik mutasyon'la nitel değişime uğruyor. Gelişen beyinsel faaliyetleri /de genlerine işleniyor ve bir sonraki kuşağın genlerine aktarılıyor.. Böylece devam ediyor..


"Kana çekim" diye bir şey var Anadolu'da.. Genetik mirası böyle açıklamışlar.. Mizaç (=huy, yaradılış, tabiat, karakter) diyoruz.. "İnatçılığı babasına çekmiş.." ya da "sakinliği aynı annesi gibi.. Hık demiş burnundan düşmüş" deniyor.. "Zekâsı dedesi gibi.. O da böyle leb demeden leblebiyi anlardı" vb., vb.


Ama hiçbir insan, bir diğeri ile (kendinden öncekiler dâhil) tıpatıp, tek fabrikadan çıkmış aynı marka, aynı model arabalar gibi benzer değil! Neden herkesin farklı olduğunun, insanları sınıflandırmanın, ortak hareket ettirmenin neden çok çok zor olduğunun yanıtı hiçbir zaman matematik kesinlikle verilemeyecektir. Tek hücreli canlılar değiliz ki! Bölünerek çoğalmıyoruz..


Tamam, "insan çevre yaratığıdır!" demiştim ama -yine deyim yerindeyse- bir yatay, bir de dikey çevre var! "Yatay" olanı günümüzde yaşayanlar, "dikey" olanı da "bizden önce geçenler!"


İnsana ait tüm özellikler: Dikey çevreden genler tarafından taşınıyor! Yatay çevrenin elemanları tarafından da ya geliştiriliyor, ya da köreltiliyor. Bir sonraki kuşağa yine genler tarafından aktarılıyor!


Bu gelişim ve köreltişim çok önemli! Bir önceki kuşaktan alınanlar; eğitim-öğretim yoluyla tekrarlandığında unutulmamış, artı yeni şeyler katıldığında geliştirmiş oluyor.. Tersi de doğru bu teorinin. Bir önceki kuşaktan alınanlar beslenmezse ve unutulursa köreltilmiş oluyor. Ve -bazı özel durumlar dışında- zamanla ömrünü dolduruyor. Bir kaç kuşak sonra aktarım duruyor.


Ve bunun bile olumlusu-olumsuzu var. "''Aile Dizimi'' adlı terapi yöntemine göre, önceki kuşakların işlediği ve sorumluluğu alınmamış kötü fiiller, çocuklar veya torunların hayatlarında olumsuzluklara yol açıyor."


Ne diyelim.. Kimsenin peşini bırakmayacak 'kötü genetik miras'ı olmasın!

20 Şubat 2011 Pazar

Sivil Toplum Üzerine III.

İlk iki yazıda 'sivil toplum' kavramı üzerinde durmuş, resmî toplumla tarihsel açıdan karşılaştırmasını yapmaya çalışmıştım. Bu yazı; sivil toplumun örgütlülüğü üzerine olsun.


Örgütlülüğün önemini gerekirse tekrar tekrar vurgularız vurgulamasına ama.. Burada, daha önce sözünü ettiğim kavramların nicel karşılaştırmasına değinelim. Aslında bunu yaparken de istatistiksel verilerden yararlanmak gerekir. Ancak, istatistiğin "doğru rakamlarla yalan söyleme sanatı" olduğuna, bunu da beceremeyeceğime inandığım için o alana gerekmedikçe girmemeye çalışacağım.


e-devlet, STK'ları 4 ana başlıkta almış:


Vakıflar


Vakıf statüsünde kurulmuş sivil toplum kuruluşları.


Dernekler


Dernek statüsünde kurulmuş sivil toplum kuruluşları.


Sendikalar


İşçi Sendikalar, İşveren Sendikaları, İşçi Federasyonları, İşveren Federasyonları, TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, HAK-İŞ, KAMU-SEN, KESK...


Meslek Kuruluşları


Meslek Kuruluşları, Odalar, Birlikler, Mühendis Odaları, TMMOB Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, TOBB Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği..."


(Kooperatifleri niye unutmuşlar, anlayamadım??)


Bu STK'lar içinde; kanka olanlar olduğu gibi yıldızları hayatta barışmayacak olanlar da var, birbirlerini ele geçirseler bir kaşık suda boğarlar.. Üstelik toplu halde bile, sayıca o kadar cılız ve dağınıklar ki.. Ol görüp de "biz bir gücüz" diyemiyorlar! Önceki blogumda değindiğim geleneksizlik de işin içine katılınca, neden güçsüz oldukları netçe ortaya çıkıyor. Bu iki gücün 'orantısız' olduğunu da hesaba katarsak zaman zaman gündeme gelen "orantısız güç kullanımı"nı da açıklayıveririz. (Tabii bu, bu kadar basit değil. Ama konuyu dağıtmamak için şimdilik oraya da girmiyorum.)


Genel olarak, gelenekler + örgütlülük ve bunlardan doğan kuralları (=yasaları) yapabilme gücü resmî toplumun (=devletin) elinde.. Ekonomi, bilim, kültür-sanat ve spor da ST'nin elinde..

Burada yapılması gereken, bunların kaba çatışmasını değil, bir arada yaşayabilme sanatını başarabilmeleri... "Toplumsal ve bireysel gelişim" ancak böyle sağlanır çünkü..


Ancak, sözü geçen bir "güç" olabilmek için; "örgütlülük resmî toplumun elinde, bir şey yapamayız" değil, tam tersine diri ve sağlam duruşlu bir sivil toplum örgütlülüğünün gereğini bilince çıkarıp ona göre davranmak şarttır!


Bir de tek başına "güç" olunmaz! Hi-men, kılıcını kaldırıp "Güç bende artıııııkk" diye bağırır ama o bir çizgi film kahramanıdır sadece.. Süpermen gibi, Örümcek adam gibi vb.. Tarihte de yaratılmış böyle kahramanlar.. Don Kişot'ta tiiye alınmış.. Olmaz çünkü.. Gerçek hayatta yoktur böyleleri..